Liseden Üniversiteye 67 ~ gözümü çıkarın göremeyecekse mert'i bir daha



Liseden Üniversiteye 67



~~~ gözümü çıkarın göremeyecekse mert'i bir daha ~~~



~ Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde

~ Oysa ki seninle güzel olmak var

~ Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi

~ Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda

~ Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.

~ Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte

~ Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel

~ O başkası yok mu bir yanındakine veriyor

~ Derken karanfil elden ele.

~ Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle

~ Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil

~ Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk

~ Birleşiyoruz sessizce.

~【Edip Cansever - Yerçekimli Karanfil】


Öğlen indik Londra'ya. Doğruca otelimize gidip yerleştik. Başka bir yerleşim daha bekliyordum hasretle ama Mert bey acıkmış. Zaten hep aç, çiğ çiğ beni yese keşke. Eşyalarımızı bırakıp hemen çıktık otelden. 

Mayfair'de otelimiz. Benim filminden dolayı çok merak ettiğim semt olan Nothing Hill'e gidicez. Nothing Hill (1999) filminde Hugh Grant'ın o şaşkın hallerine ve gamzelerine bayılmıştım. Julia Roberts'te harikaydı. Ama onun en iyi filmi Pretty Woman (1990) tabii.

Ben metroyla gitmek istiyordum. Bazı durakları çok hoşuma gidiyor. Eski halinde korumuşlar. Yalnızken değil ama Mert yanımdayken kalabalıkların içinde olmak o kadar hoşuma gidiyor ki. Herkes bize bakıyor, ben de sevindirik oluyorum.

Hele Mert elimi tutarsa, hele hele öperse, uçuyorum. Gıcık bakan olursa, korkusuzca dik dik ben de bakıyorum. Nasıl olsa Mert yanımda korkmam ki hiç bir şeyden. Ama belâlı bir tipe benziyorsa bakan, Mert fark etmeden hemen uzaklaştırıyorum kıymetlimi.

Onun kılına zarar gelse ölürüm. Mert metroya binmezmiş, aksi. Siyah Londra taksilerinden birine atladık. Aşkım İngilizceyi burda öğrendiği için enfes Londra aksanıyla konuşuyor. O konuşsun ben dinlerim saatlerce. Nothing Hill'de geç öğlen yemeğimizi yedik.

Kaliteli bir şişe kırmızı şarap ve pizza. Gerçi ben şarap kalitesinden filan anlamam. Mert öyle dedi. Şişesi 160 £. Oha lan ben o parayla nerdeyse bir ay karnımı doyuruyorum, Rıza abinin bana yaptığı fiyat indirimleri ve sandviç büyütümleriyle.

Yemekten sonra, Nothing Hill'de biraz dolaştık. Ben çok ısrar edince, parkların içinden geçerek geri dönüyoruz geldiğimiz yolu. Alabildiğine uzanan yeşillik sanki insan yapımı değil de özellikle doğanın bir parçası gibi düzenlenmiş.

Bu nedenle İngiliz usulü olan bir çok şeye aşığım. Evleri, özellikle evlerin sokak kapıları, parkları, pubları, filmleri, dizileri. Şakacı ve hayatı ti'ye almayı seven insanları. Hep kendine özgü her şeyi ve farklı. Hava Londra'da her zaman ki gibi bir yağmurlu bir güneşli istikrarsız.

Ama hep yumuşak olduğu için beni üşütmüyor. Yoruldum hızlı yürümekten. Dolaşmıyoruz da tabakhaneye bok yetiştiriyoruz sanki. Mert bir yürümeye başladı mı bokunu çıkarır. Fiziksel güç gerektiren herşey de olduğu gibi ayarı yok.

Ona yetişeceğim diye nerdeyse koşturuyorum ama geride kalıyorum hep. Arada durup bekliyor beni. Ters ters bakıyor. Sanki yüz metre koşucusuyum. Yavaş yavaş yürüsen, elimi tutsan, arada sarılıp kemiklerimi kırsan. Olmaz mı?

Neyse sonunda bacaklarımın kıçımdan ayrılmasına ve bayılmama ramak kala anladı. Yürüme yolundan uzak bir köşeye gidip durdu, çimenlere oturup sırtını ağaca yasladı. Ben de yere uzanıp onu seyrettim.

Çağırınca gidip başımı kucağına dayadım. O söylemeden kendi kendime yapamam böyle şeyleri. Yemediğimiz bok kalmadı ama hâlâ ondan utanıyor ve çekiniyorum. Ulan azıcık, bak ufacık zerrecik be, o da benden çekinse ya.

Gözlerimi kapadım ve öpsün beni diye dua etmeye başladım. İsteklerim olmayacak şeyler değil bildiğiniz gibi. Ama olmuyor işte. Kendiliğinden harekete geçmeyeceğini anlayınca, kolumu ensesinden tutup ona doğru yükseldim.

Bana baktı, anladı ne yapmaya çalıştığımı ama çekindiğimi. Hafifçe eğdi başını bana doğru. Mıknatıs çeker gibi dudaklarımız bir birine yapıştı. Ağzının içinin o güzelim aromasını çektim ağzımın içine. Yuttum sonra bu eşsiz tadı.

Dilini de kullanmaya başlayınca ben koptum. Şu çimenlerin üzerinde, altına alsan ya la beni. Burda iki erkeğin öpüşmesine kimse kafasını çevirip bakmıyor. İlginç bulmadıklarından değil, herkesin özel yaşamına saygı çocukluktan öğretiliyor.

Bizdekinin tersine. Tabi insan her yerde insan. Şunu unutmayın her yerde hep iyi insanlar vardır. Hiç bir toplum tamamen kötü veya tamamen iyi olamaz. Ben sadece çoğunluğun davranışlarından söz ediyorum. Bu çoğunluk da bir mahalle baskısı yaratıyor tabi. 

Yoksa Londra'nın tarihinde de homofobik nefret cinayetleri yok değil. Burda da gay'im dediğinizde insanların her yerde olduğu gibi ilgisini çeker. Farkı şu ki, burada ve diğer gay-friendly şehirlerde; bu ilginç bulma olumlu anlamda tezahür ediyor.

Hyde Park'ın Marble Arc tarafına ve Oxford Street'e yakın, 1927 yılında Kral V. George tarafından açılan enfes The May Fair Hotel'de kalıyoruz. Oxford Street'in kendisinden çok ara sokaklarına hastayım ben. Hepsi özenli ve her birinde başka bir özellik var.

İlginç dükkânlar veya kimisinde çok güzel lokantalar kimisinde publar. Çoğu dolup taşıyor neşeli insanlarla. Hele iş çıkışları bazı pubların önünde ayakta durucak yer bile kalmıyor. Herkesin elinde içkisi sohpet ediyorlar.

Londra'da kimse evinde oturmuyor sanki. Sokaklar dolu, publar, lokantalar, futbol ve rugby maçlarında statlar dolu. Bu arada ben Arsenal ve Fulham sempatizanıyım, futboldan hiç anlamamakla beraber.

Dillerimiz dans ederken, kolumdan tutup kucağına çekti beni. Bacaklarım iki yana açık, oturdum bacaklarının üstüne. Popomdan tutup aletinin üzerine çekti. Benim de istediğim buydu ama utandığımdan direk oturamadım tahtıma.

Hava yastığım şişmiş. Vücudundan bağımsız gibi, sanki taşın üzerinde oturuyorum. Başım dönmeye başladı, o kadar uzun zamandır girmiyor ki içime. Nerdeyse çıkartıp oturacağım üzerine, yarıp girsin içime.

Biraz yiyiştikten sonra, montumu çıkarıp, indirdi kucağından beni. Montu kucağına serdi, başımı altına soktu. Kotunun önü patlayacak nerdeyse, çözdüm düğmeleri hemen. Beyaz boğa yılanını görünce ağzımın suları akmaya başladı.

Önce elimle zor kavrayabildiğim sıcacık harika zafer anıtını seyrettim. Sonra başına öpücüklerimi kondurdum. Ama Mert'in oyun oynayacak hali yok. Başımı bastırdı üzerine. Yarısına gelince boğazıma değdi. Öğürdüm, bıraktı bastırmayı.

O kadar kalın ki sokup çıkarırken ağzıma, tükürüklerimin dudağımın kenarından akmasına engel olamıyorum. Aç kalmışım ben buna. Öyle bir emiyor ve yalıyorum ki doyamıyorum. Buna doymak için, içinde olması gerekir.

Onbeş dakikaya yakın, başını ve toplarını emdim, gövdesini yaladım. Ağzımın içi zevk sularıyla doldu aşkımın. Gövdesini elimle çektirip, dilimle de başını kıstırdım. Dilimi hızla çevirmeye başlayınca, Mert'in engelleyemediği inlemeleri arttı.

Sonunda mutlu sona ulaştığında, menileri de ağzıma ulaştı. Luger P08 makaralı parabellum şarjörünü ağzıma boşaltıyor. Üstü kirlenmesin diye o geldikçe ben yuttum mermileri. Vuruldum ağzımın içinden, bu kansız ama bol tohumlu ölümden mutlu.

Son fırlattıklarını yutmayıp ağzımın içinde tuttum. Dilimi ağzımın içinde gezdirip tadını iyice aldım, ama yutmadım. Silahı kılıfına özenle yerleştirirken, erekte hâli devam ettiği için epey zorlandım. Şarjör boşaldı ama silah hâlâ atışa hazır.

Çıktım montun altından mutlu ona bakmaya başladım, ne yapmamı istiyor anlayabilmek için. Orgazmdan sonraki masum ve çocuksu biraz da şaşkın bakışlarına aşığım. Yüzü aşk sanki. Bu minik çocuk ne emrederse yapmaya hazırım bakışımı attım.

Çimenlerin arasında nasılsa bitivermiş minik mavi bir çiçek gördüm. O benim. Koparmaya kıyamadım. Ama alıp suratına atmak istedim. Öylesine mutluyum ki. Yanımdaysan, bu gök kubbe mâbedim tanrım da sen.


Ağzımı sıkı sıkı kapayıp gülümsediğimi görünce anladı hâlâ ağzımda tuttuğumu menilerini. Tekrar oturttu kucağına, ben de yapıştım dudağına. Ağzımın içinde kalan sütüyle oynadık dillerimizle. Bir ona bir bana geçerken yavaş yavaş yuttuk, enfes koyu kıvamlı sıvısını.

Sonra dudaklarımın kenarına bulaşanları da diliyle yalayıp, kedi gibi temizledi beni. Seks yaparken istediği zaman, bu kadar düşünceli ve yaratıcı olabiliyorken, ne bok yemeye başka konularda manda yavrusu gibi oraya buraya sıvıyor bu çocuk.

Boşaldıktan sonra beni bırakmamasına bayılıyorum. Dudaklarımı ısırmaya başladı. Uf be nasıl hoşuma gidiyor acımasına rağmen. Ama yine boyalı şeker yemiş küçük çocuklar gibi dudaklarımın kenarları kıpkırmızı olacak. Biraz hava yapalım demiştik Londra'da, şebek kıçına çevirdi suratımı.

Artık krallara lâyık otelimize yollansak. Koca odamızda, koca yatakta, koca şeyli lordum beni...

≈≈≈

“ Neye gülüyorsun!!!”

Bağırmasan ya tam şey yapıyoduk. Rüyamda bile rahat yok. Annem sinirli ve kızgın. Uyandırma şeklinden belli. Kalkmayınca kolumdan çekiştirirse kızgınlığının tavan yaptığına da kani olabiliriz. Düşünerek, kendimle konuşarak ve gülerek rüya görmemiştim daha önce.

Kimseyle pek konuşamadığımdan iç sesim rüyalarımda da konuşmaya başladı. Aslında kimseyle konuşmak istemiyorum. Sadece Mert'le konuşmak istiyorum. Hem de hiç susmamacasına. Deli gibi konuşmak istiyorum.

Her şeyi anlatmak istiyorum. O da bana her şeyi anlatsın istiyorum. Sevişirken bile konuşsak istiyorum. Sevgilim, dese bana içimdeyken. Aşkım, desem ben ona, nefes nefese. Bazen öyle bir yapıyor ki sanki koşuyor muşum gibi nefes nefese kalıyorum, hatta her yerim titriyor.

Bir çiçek gördük, bir böcek gördük; ota boka binlerce yorum yapalım istiyorum. Ama benimle konuşmuyor işte. Benimle değil başkalarıyla birlikte oluyor. Hem de nasıl deli gibi kıskandığımı bile bile. Güçlü Canan, kalkmamakta direnen Can'ı kolundan tutup yere serdi.

Telefonum fırladı elimden. Grekoromende de kendini ispatladın. Teşekkür ederim Canan hanım. Epeydir aşkımdan dayak yememiştim. İhtiyacım varmış, can bu iyiye de kötüye de alışıyor işte. Kendime geldim. Sıkışmışım ve tabi o rüyadan sonra erekteyim.

Annem fark etmeden tuvalete koştum. Ya mesanem patlayacak ya da minik apollom çatlayacak. İnene kadar işeyemedim. Rahatlayınca da doğruca yerde yaralı yatan telefonuma koştum. Saat 10:30. Ekran boş, bomboş, bombok oldum. Ⓜ️ert komutan rütbece bizden yüksek.

Dün telefonu, yarın sabah mutlaka gel bak kiminlesin karar ver! diye emir vererek kapamıştım. Çok etkili olmuş bırak gelmeyi aramamış bile gelmiyorum diye. Kiminlesin, diye soruyorum bir de. Benimle olmadıktan sonra kiminle olursa olsun, ölüm.

Ben boşa konuşuyorum. Annemi duydu ya, hele de, tanışmak istiyor seninle, deyince kesin gelmez buraya annem gitmeden. Bundan sonra sadece rüyamda mı sevişebileceğim onunla. Ya da daha berbatı sadece rüyamda mı görebileceğim.

~~~

Öğlene doğru yeni kızı Elif gelince, annem çok sevindi. Evde televizyon yok. Ben de hiç konuşmadığımdan sıkıntıdan patlıyor. Ben Mert'in odasına gidip yattım tekrar. Annem'le Elif de mutfakta yemeği ve eşliğinde de sohbeti kaynatıyorlar.

Sabah uyandıktan sonra biraz bir şeyler yemiştim. Akşama kadar uyumuşum telefon elimde. Elif gelip yanağımdan öperek uyandırdı beni. Gör Canan hanım insan nasıl uyandırılır. Elif yatağa yanıma doğru yeltenince fırladım yataktan.

Elif'le Bodrum'da yaptıklarımız aklıma geldikçe suçluluk duygusu ve korkudan ateş basıyor. Elif'in pek aldırdığı yok, çok rahat. Ne bok yemeye içine girdiysem. Sanki başka boşalma yolu yok. Mert'e anlatıcam olanları, başkasından duyarsa ölürüm üzüntüden.

Mutfağa yollandım. Mis gibi kokuyor ama ben de yemek isteği yok. Bir an önce alkole ihtiyacım var. Viski koyduğumu görünce annem ters ters bakmaya başladı. Özlediğim koku, elmalı pasta yapmışlar. Bu iyi geldi işte.

“ Can annen gösterdi ben yaptım pastayı senin sevdiğin gibi olmuştur umarım”

“ Umarım Elifcan. Annem anlattıysa çok güzel olmuştur, benim neleri nasıl sevdiğimi iyi bilir”

Lâf sokmayla övgü bir arada, iyi bir kokteyl oldu. Kokteylin alkolü fazla olmuş sanırım. Annem biraz afalladı ama bir şey demedi. Elif şaşkın baktı bir ona bir bana. Ben de bardağı devirip, kokulu elmalı pasta eşliğinde ikinci dubleme sarıldım, bebeğin sütüne sarıldığı gibi.

Bir elimde telefon bir elimde bardak umurumda mı dünya. O öyle olmuyor işte, neyse. Telefonda en ufak bir hareket yok. Ama ben yine de otuz saniyede bir açıp ekrana bakıyorum. Bu telefonun da amını götünü dağıtacam yakında.

Çok terbiyesiz oldum ya la ben. Eskiden sevmezdim hiç küfürü. İç sesimin ağzına biber sürecem ya da ağzına verecem. Onun istediği de bu mu yoksa? Sadece düzenli aralıklarla attığı Emel'in mesaj uyarıları geliyor telefona.

Annemi ikna etmem gerekiyor, Mert'i görmeden eve dönmeye. Elif de burda oldukça, hiç gitmeyecek. Mert'e rezil olurum o zaman. Yarım saat içinde ikinci bardağı dipleyip, üçüncü dubleyi koyarken midem yandı, başım da döndü tatlı tatlı. Annem de bana doğru döndü.

“ Zehirle oğlum kendini aferin”

“ Anne, dayanamıyorum hayatın ızdırabına başka türlü”

Elif kahkasını patlattı. Annemin ters bakmaya devam ettiğini görünce susup önüne bakmaya başladı. Ben de aynısını yaptım. Toplulukla uyumlu olmak gerek. Yoksa mahalle baskısına maruz kalırsınız. Çok takarım ya. Annem sonunda patladı.

“ Ne zaman gelecek bu Mert!”

“ Gelmeyecek anne”

“ Sen mi söyledin gelme diye”

“ Hayır gel dedim ama ne yazık ki kimseyi takmaz, beni hiç

“ Ne biçim bir çocuk bu. Evine niye gelmiyor nerede kalıyor. Tam birbiriniz bulmuşunuz bravo!”

Elif korkuyla bir bana bir anneme bakıyor. İkimizin de sesi giderek daha sinirli ve yüksekten çıkıyor. Çıkması muhtemel fırtınanın habercisi gibi. Ama kendime engel olamıyorum. Mert'e olan kızgınlığım bir yerlerde patlıyor işte.

Mert annesine kızıp bana patlıyor. Ben ona kızıp anneme patlıyorum. İşte böyle garip bağlar bağlıyor bizi. Patır kütür bir ilişki. Ne olacağı giderek belirsizleşen. Okulun açılmasına az kaldı bakalım orada ne olacak.

“ O biçim bir çocuk işte anne. Ona her yer evi, fark etmiyor. İki deli bir araya gelmemeliydik. Ama geldik işte, artık onu benden ölüm ayırır ancak!”

“ Ne biçim konuşuyorsun sen. Sana söyledim arkadaşlığınız normal değil diye. Bak utancından gelemiyor işte!”

“ O benim arkadaşım değil anne. Ben ona aşığım, o da bana aşık olduğunu söylemişti. Git artık da gelsin yanıma, geberecem yoksa!”

Yine suçlu zavallı annem oldu. Bunu söyledikten sonra bardakta kalan viskiyi vurdum, direk boğazıma. Boş bardağı fırlattım tüm gücümle mutfağın ortasına. Patladı yerdeki mermerin üzerinde. Elif'le annem suratlarını korumak için elleriyle yüzlerini kapatıp çığlık attılar.


Ben orama burama ve yüzüme kadar fırlayan cam parçalarına, gözümü çıkarın göremeyecekse Mert'i bir daha, der gibi kahramanca baktım. Bahis mevzuu kendime zarar vermekse hiç bir şey korkutamaz beni. Annem korkarak bana baktı.

“ Allah nasıl biliyorsa öyle yapsın, delirmişsin sen”

Delirmedim. Zaten deliydim ben. Doğuştan bir sakatlık vardı. Ben annesinin karnında bile mutlu olmayı beceremeyen bir cenindim. Oysa yaşama atılmadan önce masum ceninlerin cennetidir ana karnı. Bana her yer cehennem.

Yaşamda da, muhtemelen ölünce de mutluluk yazılmamış bana ne yapalım. Sen demiyor muydun hep, ne yazılırsa o olur, diye. Ben de bana yazılanları yaşıyorum işte. Neden kızıyorsun ki bana. Kim yazdıysa bunları, ona kız.

~~~

Annem eşyalarını topladı gitmek üzere. Elif'le vedalaşıp öptü. Elif'te annemin elini öptü. Bana şöyle bir baktı. Ben utancımdan yere devirdim gözlerimi. Bok ettik ortalığı. Elif içeri gitti bizi yalnız bırakmak için. Yanına gittim elini öptüm. Sarılmak için uzanınca, atladı boynuma.

Nasıl sarılmak. Kemiklerim kırılacak. Ne kuvvetli kadın ya. Ağlayarak giderken, kısık bir sesle, yanlış bir şey yapma sakın, dedi. Ben, özür dilerim, diyebildim sadece. Kapıyı kapatınca doğruca salondaki kanepeye atladım yüzükoyun.

Yüzümü yastığa bastırdım nefes almamak için. Ama engel olamadım, gözlerim Niegara şelalesi gibi çağlıyor. Mutfaktan Elif'in süpürdüğü cam kırıklarının çıtırtıları geliyor. Kalbimi böyle kırıp parçalara ayırıyor Mert.

O parçalar her yerimi kesip kanatıyor. Elif gelip yanıma uzandı. Daha kötüsü sarıldı. Daha çok bastırdım yüzümü yastığa. Saçlarımı aralayıp, ensemi öpmeye başladı sıcak sıcak. Ona sarılıp ağlamaya ihtiyacım var ama korkudan kıpırdayamıyorum bile.

Yine sevişmek isterse, istemiyorum desem onu beğenmediğimi düşünüp üzülecek. Ama bir daha asla yapamam. Yaparsam ölürüm gibi. O zaman nasıl yaptım onu bile bilmiyorum. Belki sadece meraktan ya da engellenemez hayvani bir iç güdüyle.

“ Bebek gibi kokuyorsun”

Cevap vermedim. Kokumu bilmem ama bebekler gibi zırladığım kesin. Bundan sonra daha da çok ağlayacağıma göre göz yaşı üretim planlamasını buna göre revize etmemiz gerekiyor. İlgili birimlere bildirelim sekreter hanım.

“ Kralım rahatlamak ister mi?”

“ Elifcan ne olur yapma, ben ne bebeğim ne de kral bunu sen de biliyorsun”

“ Benim için kralsın, amacım sadece seni rahatlatmak bir şey yapmana gerek yok sadece yat ve kapat gözlerini”

“ Yanlış anlama iyi niyetli olduğunu biliyorum ama kendimi çok kötü hissediyorum Mert'ten başkasıyla yaptığım zaman”

“ Mert'le başka benimle başka aynı şeyi yapmıyorsun ki. Yani ben erkek değilim onu aldatmış sayılmazsın ki”

Ona boş boş bakınca, bozuldu kalkıp mutfağa gitti. Ben de zırlamaya devam ettim kesik kesik. Bir şeyler yapıyor mutfakta. Annem'le pasta dışında yemek filan da yapmışlar her halde tencere tava sesleri geliyor. Aslında şu an sadece yalnız kalmak istiyorum neden bilmem.

~~~

“ Hadi gel Can yemek hazır”

Mutfağa gittim. Yeni bir bardağa viski doldurdum. Yemek yemek istemediğimi söyleyince iyice bozuldu Elif. İllâ şu veya bu şekilde beni doyurmak istiyor. Ben sadece Mert'e açım. Bir iyilik yapacaksan onu getir buraya, getirebiliyorsan.

O yemek yedi ben onu seyrettim. Yemeğini bitirince sofrayı topladı, bulaşıkları makinaya yerleştirdi. Salona geçtik telefonunu hoparlöre bağladı. Müzik dinlerken bu defa o beni seyretmeye başladı. İkimiz de hiç konuşmuyoruz.

O bana kızgın, ben ise ne diyeceğimi bilemiyorum. Bir şey söyleyip onu daha da kızdırmaktan korkuyorum. Bu gece burda kalmak isterse ne yapacağım. Yine aynı yatakta yatmak isteyecek. Akşam karanlığı çökmeye başladı.

“ Gitmemi mi istiyorsun Can”

“ Sen bilirsin”

“ Kal demiyorsun yani”

“ Yanlış anlama Elif biraz yalnız kalsam belki kendime gelirim”

“ Annen haklı Can allah senin!!!”

Biliyorum ne diyeceğini, belânı versin, verdi merak etme. Sinirle fırladı montunu ve çantasını alıp kapıyı açtı. Arkasından koşturdum, özür dilerim, dedim. Bana baktı ağlamaya başladı. Kapıyı öyle bir çarptı ki suratıma. Bütün apartman çınladı. Annemden sonra Elifcan'ı da üzdüm.

Bugün her gidenden özür diliyorum ama hiç aldırdıkları yok. İnsanları nasıl kızdırıyorsam artık. Mert'i de kızdırıyorum. Üstelik kızmıyor bile bana artık. Bana karşı bu kadar tepkisiz olması çıldırtıyor. Yapayalnızım işte yine.


Beraberken bana vurmasını bile özledim. Ama ben yokmuşum gibi davranması... Ne yapmam gerekiyor bilememek ne zor. Beynim yanıyor sanki bunları düşünmekten. Geri dönüp Mert'in yatağına yattım.

Mert gelene kadar.

Hiç gelmeyecekse,

Ölene kadar.

Kalkmamaya karar verdim.

Ölüme yattım.


≈≈≈

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Liseden Üniversiteye 2 ~ ilk

Sarı Şey 3 ~ bunun intikamını alacam ama

Sarı Şey 17 ~ sorun değil iyi eğlenceler