Liseden Üniversiteye 47 ~ her şey güzel olacak






Liseden Üniversiteye 47



~~~ her şey güzel olacak ~~~



~ güzel bir bahar günü
~ öğrenci rüzgarda sallanan dallara baktı
~ ustasına sordu
~ “ usta dallar mı hareket ediyor
~ yoksa hareket eden rüzgar mı”
~ öğrencisinin nereyi gösterdiğine bile bakmadan
~ usta gülümseyip şöyle dedi
~ “ hareket eden 
~ ne dallar ne de rüzgâr
~ senin kalbindir” ~




Oğlu yetmiyormuş gibi bir de dev babası çıktı, ne konuşacak benimle acaba. Merak ve heyecan azıcık çıksa yaşamımdan, rahat nefes bile alamıyorum. En önemlisi eve ne diyeceğim İstanbul’a dönebilmek için. Herkes tatil olsun ister, ben okul açılsın istiyorum…

Odamda mahkûm gibi yaşıyorum. Kafamı toplayamadığım için ne film seyredebiliyorum ne de kitap okuyabiliyorum… Sadece huzursuz ruh halimle öylece bekliyorum, neyi beklediğimi bile bilmeden. Huzur ve sükûn nedir sizce? Sanıldığının aksine saçmalıktır ve hiçlik’tir. 

Çünkü hareketsizliktir… Hareketi olmayan şeylerin anlamı da yoktur. Bu durumda, çıkan sonuç, benim hayatım çok anlamlı. Anlamı ne acaba? Tek bildiğim anlamlı şey: Mert… Allaha şükür, başına kötü bir şey gelmediğini öğrenebildim.

Kiminle ne haltlar yiyor Yunan adalarında şimdi de onu merak et dur. Türkiye yetmedi, eski topraklarına yelken açtı tanrı Zeus… Ganymedes neden burada peki, hani herkesten çok seviyordu onu… Yanından ayırmamıştı Ida’ya götürdükten sonra… Acımasız tanrı!

Uyudum yine bir şey yemeden annemin ısrarlarına rağmen. Yediğim yemeği hazmetmeyi bile kabul edecek durumu yok zayıf bünyemin. Açlıktan bayılıp uyumak daha kolay geliyor. Yoksa beynimden geçen düşünceleri durduramıyorum…

~~~

“ Hadi bu gün seninle dışarı çıkalım Can”

Oha, bu kadar yüksek sesle konuşmak zorunda mısın anne ya… Benim uyumamla ne takıntısı var bu kadının. Kendi uyanınca herkesi hazırolda istiyor. Dertlerimiz ve meşgalelerimiz bir değil ki bunu bir anlasa.

“ Oğlum sen aşık mısın neden hiç bir söylediğime cevap vermiyorsun bir defada”

Hay allah razı olsun, sonunda anladınız Canan hanım. Ne de olsa ana yüreği sezinleyiverdi işte. Aşığım evet. Aşkımın beni beğenmeye devam etmesi için de, uyuyarak kendimi yenilemem gerek, güzelliğimi muhafaza edebilmek için…

“ Anne sen eskiden ara sıra da olsa bir günaydın filan derdin, neden bağırarak uyandırmaya başladın yine, ne kabahat işledik”

“ Odandan hiç çıkmıyorsun, sorularıma cevap vermiyorsun, seni anlayamıyorum ve merak ediyorum, yeter mi”

Yeter. Ben kendimi çok anlıyorum da sen kaldın eksik. Ben de merak ediyorum aslında. Kendimi değil de, Mert’in yanında Cihan’dan başka kimse var mı? Varsa kim? Onunla yatıyor mu? Mert ya onu benden çok beğenirse. Beni bırakıp onunla birlikte olursa…

Eli şeyinde dolaşacak değil ya. Bulmuştur girecek bir yer. Yedim kafayı. Ben delirmişim umurunda mı? Azıcık cesaretim olsa gidip bulurdum onu ve iş üstünde ikisini de deşerdim. Hazır elim değmişken ekürisi Cihan’ı da tabii.

Ne yani en başta konuşurken, ben istediğimle yatarım, demişti. Ben yatarsam sen de beni deşemezsin, dememişti ki. En doğal hakkım. Kıskançlık cinayeti rastlanmayan bir şey değil ya. Girer yatarız cezası neyse.

Hapishanedeyken ne hale getirirler beni, onu düşünmek istemiyorum tabi. En korktuğum iki yer; sevmediğim tür erkeklerin bulunduğu hapishane ve askerlik. Kendimi oralarda düşünemiyorum bile. Bu nedenle en sevdiğim filmlerden bazıları hapishanede geçenler.

~~~

İnsanın en korktuğu şeyle yüzleşmek için seçtiği en tekin yol filmler veya kitaplardır unutmayın. Un Prophète (2009) hapishanenin acımasız koşullarını ve ölümüne mücadeleyi en gerçekçi anlatan filmlerden. 

Ama Animal Factory (2000), defalarca izlemekten sıkılmadığım bir film. Dani’ye izletmiştim bu filmi. İsminden anlaşılacağı gibi, hiç de insanca olmayan koşullardaki bir hapishanedeki yaşamı anlatıyor. Aşık olduğu bir genci, yaşaması imkânsız olan hapishaneden kurtarmak için her koşulu göze alan eski bir mahkûmun mücadelesi.

Filmin çekildiği yıllarda tam bir erkek güzeli olan Ron rolündeki Edward Furlong’a bayılmıştım resmen. Ve tabii ona aşık olan hapishane gediklisi Earl’ü oynayan ünlü oyuncu Willem Dafoe, döktürmüş tam anlamıyla.

~~~

Annemle dışarı çıkmak hiç iyi bir fikir değil. Daha doğrusu bizatihi dışarı çıkmak iyi bir fikir değil. Odamdan bile çıkmak istemezken, bu aptal şehrin sokakları, mide bulantısından başka bir şey veremez bana. Ama İstanbul’a bir an önce dönmek için annemi hoş tutmalıyım.

“ Nereye gitmek istiyorsunuz anneciğim”

“ Şu yeni açılan alış veriş merkezine gidelim, mağazaları gezeriz, yemek yeriz, istersen sinemaya da gideriz”

Sinema mı? Annemle yüz yıl önce filan sinemaya gitmiştik. Ben de herhalde en son iki yıl önce gitmişimdir. Sevmiyorum öyle askeri disiplin içinde film izlemeyi. Hele kalabalıksa salon dikkatimi veremiyorum filme hiç.

Tek başıma veya Mert’le seyretmek en zevklisi bilgisayardan. İstediğin zaman durdur. Düşün filmle ilgili, hatta ben bazen notlar alırım ve bunları araştırırım sonradan… Ya da çok etkilenmişsem filmden, herkesin güldüğü bir sahnede bile ağlarım rahatça…

O nedenle; all rights, but except the movie, mommy. Kalktım zorunlu yataktan, oha yine külotla yatmışım. O neyse de, gece sarılıp uyuduğum Mert’in şortunu bokserin içine sokmuşum ve dimdik olmuş bizim ufaklık…

Neyse ki, Mert’in ki kadar büyük değil. Annem fark etti mi acaba? Umarım etmemiştir, arkamdan bir şeyler söyledi ama anlamadım ne dediğini. Kendimi banyoya attım. Çıkınca anlarız. Zaten çıplak yatmamdan işkilleniyor. Kendimle oynadığımı filan zannetmiyordur umarım.

İnsanın annesinin böyle şeyleri anlaması çok iğrenç. Ama ilk başladığımda, öyle kendimden geçerdim ki yaparken, tutamazdım ve tabi çarşaf bazen de yastıktaki lekeleri ne yapsam çıkaramazdım. Annem her gün çarşaf değiştirmekten bıktığını söylerdi.

Masum ellerimi süfli amaçları için kullanan kerataya kızardım. Hele annem çarşafları imâ edince utanırdım çok, ama bir çok geceler yapmaktan da kendimi alamazdım. Mert’in ellerinin sihrini tadınca, hele yaratım harikası şeyi içimdeyken, oynamayı bıraktım kendimle.

Anneciğim rahat edebilirsiniz, artık Mert’in çarşaflarına ve üstüne başına attırıyorum. Ne kadar uzaklara ulaştırabildiğimi bilsen, gurur duyardın sevgili oğlunla. Sen onlardan muhtemelen torunlar filan bekliyorsun, ama onlar sadece zevkine, havalarda serbestçe salınıyorlar.

Bizim ufaklık kızların içine girmekle ilgilenmiyor hiç. Bu durumda benden bir torunun olamayacak. Ama zenci bir çocuk evlat edinmeyi düşünüyorum. Onu seversin artık. Irkçı filan değilsindir umarım. Tabi önce Mert’le evlenmemiz gerekiyor. Desteklerini beklerim bu konuda.

≈≈≈

Yıkandım, cicilerimi giydim, ayağıma da parmak arası terlik. Seks yapamıyor olmak başıma vurdu sanırım, ayaklarımı çıplak görünce Mert’in ayak parmaklarımı emdiği aklıma geldi, geberecem şimdi, karnım karıncalanıyor ve önüm durmuyor, yolda elim cebimde yürüdüm…

AVM mi ne karın ağrısıysa vardık sonunda, sıcak bunaltıcı dışarıda neyse ki içerisi serin… Önce bir yere oturduk yiyecek bir şeyler alıp. Gece de aç yattığım için yumuldum aldığım tosta, Rıza abi aklıma geldi, bu onunkilerin yanından bile geçemez…

Konuyu nasıl olup da İstanbul’a dönüş meselesine getireceğim onu düşünüyorum. Aklıma bir şey gelmiyor ama. Okulu değiştireceğimi söylesem, neden, diyecek ne uyduracağım, gerçeği söyleyemeyeceğime göre…

“ Can sen misin bu”

Sanırım benim. Ses tanıdık da, çıkaramadım, kafamı kaldırdım, bu benim lisedeki hayranı olduğum edebiyat hocam. Kalktım ayağa hemen, beni öptü ben de elini öptüm. Masaya oturmak istedi, buyur ettik. Bana bakıp duruyor anlayamadım…

“ Ne kadar değişmişsin, saçların, pearcingler filan, giyimin de değişmiş, çok güzel olmuşsun”

Elini uzatıp, iki parmağını saçlarımın içinden geçirdi, o kadar hayran bir ifadeyle bakıyor ki, annem kıllandı. Merak etme anneciğim, asılmıyor bana, zaten muhtemelen benim ne bok olduğumu en erken anlayan insanlardan biri o…

Genç kızlar arasında popülaritem yüksek, yiyecek gibi bakıyorlar yolda bayırda filan. Tecrübesiz ve hayalperestler çünkü. Ha bir de Emel var, illa sevişmek istiyor benimle. Benden onlara bir hayır gelmeyeceğini anlayamıyorlar. 

Ama edebiyat hocam pek genç sayılmaz, tecrübelidir her halde bu konularda, benim ne olduğumu ve ne istediğimi biliyordur yani, meraklanma. Sahi bu kadın evli mi çocukları var mı? Hiç bilmiyorum, ne meraksızım lan.

“ Teşekkür ederim hocam”

“ Hiç konuşamadık seninle ama inan aklım sendeydi hep. Okulun nasıl memnun musun?”

“ İyi hocam memnunum sınıf birincisiyim, böyle devam ettirmek için çalışıyorum. Ama bu yıl okul değiştireceğim, mümkün olursa”

“ Çok sevindim ve gurur duydum, hukuk tam sana göre bir alan. Hatırlarsan sana, senin gibi bir öğrencim olmamıştı ve olacağını da sanmam, demiştim. Olmadı da gerçekten, sen yokken ders anlatmak bir anlam ifade etmiyor, seni tanıdıktan sonra. Hâlâ zaman zaman senin yazdığın enfes kompozisyonları açıp okuyorum”

“ Hocam utandırmayın beni. İnanın ki ben de sizi hep anımsıyorum. Sizin önerinizle okuduğum o güzel kitaplar, zaman zaman aklıma geliyor, onlarla ilgili yaptığımız güzel sohbetler de, ben de sizi özlüyorum”

“ Seninle eskiden yaptığımız o güzel konuşmalardan birinde üniversite seçimini sormuştum. Henüz karar veremediğini söylemiştin. Ama gönlünden geçenin, yazar olabilmek ve kitaplarla dolu bir evde yaşamak istediğini söylemiştin. O kadar akıllıydın ki, kendini hep farklı hissettiğini o nedenle yaşamında artık rahat etmek istediğini, bu nedenle çok para kazanacağın bir meslek seçmeyi düşündüğünü söylemiştin. Nedense ben sana o zaman en çok doktorluğu yakıştırmıştım”

“ Aman hocam ben kandan bıkmışım”

Söylediğimi anladı tabi, gülmekle üzülmek arasında gidip geldi yüzü. Bu defa parmaklarını yanağımda gezdirdi. Oha bu kadın abarttı gibi işi. Gözleri baygın baygın bakıyor bana. Annem de ona kızgın kızgın. Bu gidiş gidiş değil…

İyisi mi biz gidelim. Hocam beni harbiden özlemiş. Ama annem aramızdaki özel ilişkiyi anlayabilecek derinlikte edebiyat bilgisine sahip değil. Kadının her an üzerine atlayacakmış gibi tetikte beklediğini anlayınca, tetiği en iyisi ben çekeyim dedim.

“ Hocam bizim biraz acelemiz var da, izin verirseniz kalkmamız gerek”

~~~

AVM seferimiz beklenenden kısa sürdü. Hafif bir bozgunla eve ricat ettik. Annem kızgın ve konuşmuyor. İyi de bana niye kızıyor anlamadım ki. Kadın özlemiş beni, biraz işi abarttı hepsi bu. Sanki ırzıma geçti. Sarkıntılık ile ırza tasaddi arasında gezindi biraz.

Yarın dönmeyi planlıyordum İstanbul’a. Ne güzel başlamıştım da anlatmaya edebiyat hocamın yanında okulu değiştireceğim konusunu. Sanki normal bir şeymiş gibi annemi de inandıracaktım. Böylece, gidemezsin, filan diyemeyecekti. Ah be hocam annemim yanında abartmasaydın.

Eve girince annem en güçlü olduğu yer olan mutfağa girdi. Ben de odama gitmek yerine yanına gittim. Tansiyonu düşürmem gerekiyor. Durup durup sarılamayacağıma göre en iyisi konuşmak diye düşündüm.

“ Anne neden kızdın bana konuşmuyorsun hiç”

“ Konuşmamı mı istiyorsun gerçekten”

“ Soruya soruyla karşılık verince nasıl bir cevap vereceğimi bilemedim”

“ İyi konuşmayacağım o zaman”

“ Ben konuşabilir miyim küs değilsek”

“ Anneler oğullarına küsemiyorlar ne yazık”

“ Şimdi sırası mı bilmiyorum ama sana bir şey anlatmam gerekiyor ve iznini almam”

“ Yoksa bu garip öğretmeninle mi ilgili. Meraklandırma da anlat çabuk”

“ Yok anne niye garip olsun, iyi insandır”

“ Nasıl iyi olduğu belli, bayıldı senin yeni haline, gözlerini alamadı, utanma yok mu bu kadında”

“ Yanılıyorsun anneciğim o gözle bakmaz o bana, sadece birbirimizle iyi bir iletişimimiz var, sen yanlış anlamışsın yemin ederim. Benim anlatacağım şey başka. Sana söylemiştim hatırlarsan okul beni yurt dışına gönderecek yazın diye. Ama onların istediği dönem birinciliğimi koruyabildiğim halde beni göndermediler. Ben de çok alındım bu duruma. Bu nedenle okul değiştirmeyi düşünüyorum. Sınıf birincisi olduğum ve üniversiteye girişte puanım da yüksek olduğu için istediğim başka iyi bir okula geçebilirim. O zaman yurtdışına gidiş şansım daha da artar, ne dersin”

“ Oğlum bu işleri sen benden daha iyi bilirsin, neyi soruyorsun anlamıyorum ki”

“ Ama bunun için hemen İstanbul’a dönmem gerekiyor, gerekli araştırmaları ve görüşmeleri yapabilmek için, ”

Birden annemin suratı düştü. Ne diyeceğini bilemiyor. Neyse top benden çıktı, annem topu taca atıp ben oynamıyorum demezse, bu sonuçla turu geçeriz. Gerekli araştırma ve görüşmelerime Mert’in babasıyla başlama imkânımız da doğar böylece.

“ Can hep garip bir çocuktun ama artık hiç anlayamıyorum seni. Bir gidiyorsun, dört ay yoksun ortada. İki saatlik yol oysa, hiç mi özlemiyorsun bizi. Geliyorsun daha bir hafta bile kalmadan evde, tekrar gideceğim diyorsun. Garip saçların, her tarafında takılar, değişik kıyafetler. Hele demin öğretmeninin seni neredeyse benim yanımda okşaması, ne diyeceğimi ne düşüneceğimi şaşırdım artık, nereye gidiyor senin yaşamın”

“ Tamam desen yeter anne lütfen. Bak geleceğim söz konusu hepimiz biraz fedakârlık yapmalıyız. Sen benim İstanbul’da çok rahat ettiğimi mi zannediyorsun. Ne zor günler geçirdim, ama üzülmeyesin diye sana belli etmedim, yeminle”

Ne çok yemin ettim bu gün de ya. Çarpılmam umarım. Ne zor günler geçirdiğim kısmı doğru gerçi. Dolayısıyla yalan söylemiş sayılmam, mahkeme bu durumu göz önüne alır sanırım. Annem düşünmeye başladı ve sonunda dile geldi.

“ Ne kadar kalacaksın peki İstanbul’da”

Kurnaz kadın yemedi. Ben acele bir, tamam, cevabı bekliyordum. O ise dosyayı kapatmadan önce tahkikatı derinleştirmeyi seçti. O zaman yapılacak şey, dosyaya gerekli gereksiz bir yığın delil doldurmak ve bir ara kararı talep etmek yüce mahkemeden.

“ En kısa sürede dönerim söz. Ne kadar sayıda okulla görüşeceğime bağlı bu, bakarsın kısa sürede sonuç alıveririm. Ama uzarsa seni haberdar ederim. Tamam de lütfen ve babama da anlatıver durumu. Şimdi ben konuşursam yine ağzımdan yanlış lâflar çıkar, kavgalı ayrılmayalım”

“ Ne yani hemen mi gideceksin”

“ Lütfen anne izin ver hemen gideyim ve bir an önce de döneyim”

≈≈≈

Sonunda İstanbul’dayım. Doğruca cafeye gittim. Peter Pan’a geleceğimi haber vermiştim ve tabi Mert’in babasının telefonundan da söz etmiştim. Taksiden iner inmez, kapıda çırpıcık siyah kollarını kavuşturmuş, sırtını duvara dayamış beklerken göz göze geldik Peter’le. 

Gülümseme yayıldı suratına ve uçup elimdeki çantaları aldı. Özlemişim şirin patlak bebek gözlümü. O biraz daha fazla özlemiş olmalı ki, çantaları masanın üzerine bırakıp sarıldı bana, uzunca bir sarılış ve istekli bir öpücükten sonra kurtulabildim.

“ Yorgun musun dinlenmek ister misin yukarıda”

“ Tek düşüncem bir an önce Mert’in babasını aramak ve uygunsa buluşmak”

“ Ne konuşacakmış seninle öğrenemedin değil mi?”

“ Öğrenemedim, çok merak ediyorum, hemen arayacağım”

~~~

Can 📞 Yelkenci Dev

efendim ben istanbuldayım

Yelkenci Dev 📞 Can

hoş geldin neredesin

Can 📞 Yelkenci Dev

sabri abinin cafesini biliyor musunuz?

Yelkenci Dev 📞 Can

biliyorum bekle aldırıcam seni

Peter çantalarımı yukarı bırakıp geldi. Sabri abinin yerine baktığı için garsonluk yapmıyormuş o gelene kadar. Bahçede sohbet ettik… Biraz sonra siyah dev bir jeep geldi, içinden dev birisi indi, Peter hemen kalkıp adama, merhaba, dedi.

“ Can bu Haluk abi, Mert abinin babasının yanında çalışıyor seni almaya gelmiş”

Bana arka kapıyı açtı Haluk abi, zorunlu bindim. Çok hızlı sürdü arabayı, trafik de yoktu, beş dakika sonra deniz kenarına indik ve bahçe gibi bir yere girdik, bir kapıdan geçip. Kapıdaki adam selam verdi bize.

Marinaya gelmişiz, her taraf rengarenk bayraklı teknelerle dolu. Ne kadar da güzeller denizlerin bulutcukları gibi. Neşeli ve sabırsız bekliyorlar yol almak için. Binip gidiversek birine, açık denizlere… Deniz kokusunu, içime çektim.

Yelken direklerindeki ipler rüzgardan çarpıp, çıkır çıkır öyle güzel sesler çıkarıyorlar ki. Ağaçlardaki yapraklar gibi sanki. Martılar da onlara cevap veriyorlar. Dalıp gittim bu güzel müziğe. Günün birinde para kazanabilirsem bunlara yetecek kadar, bir teknem olmalı, Mert de kaptanım.

“ Can teşekkür ederim geldiğin için. Teknede mi oturalım cafede mi”

Dedi yelkenci dev. Ne ara geldi yanımıza fark etmedim, öyle dalmışım ki çevreye. Kafamı çevirip baktım, ne kadar uzun boylu. Mavi gözleri ve uzun kırlaşmış saçlarıyla oldukça etkileyici biri olduğunu tekrar fark ettim. Yurt dışında çok kaldığından olucak aksanlı Türkçesi de pek hoş… 

Yanında durduğumuz tekneye baktım, mert, yazıyor kocaman. Oğlunu çok seviyor olmalı. Teknenin yelken direği o kadar uzun ki, kendi gibi. Kıç tarafındaki büyükçe masada genç ve güzel sarışın bir kadın oturuyor.

“ Misafiriniz var sanırım, rahatsız etmeyelim”

“ Yabancı değil o, hem tanışmış olursun gel binelim”

Mert’e bindik, sarkıtılmış merdiveni tırmanıp. İlk defa böyle bir tekneye biniyorum, büyüleyici. Kendimi, Karayip Korsanları, filminde zannettim bir an, şaşkın ve meraklı etrafa baktığımı görünce yelkenci, benim kolumdan tutup masaya doğru götürdü.

Oğlu yetmedi bu da başladı kolumdan çekiştirmeye, işimiz var. Kadınla beni tanıştırdı. Tipinden de belli zaten. Yabancıymış kadın. E hani, yabancı değil o, demişti yelkenci 😃. Kadın Hollandalıymış. Felemenk aksanıyla garip bir ingilizce konuşuyor.

Oturduk masaya, gözlerini bana dikti, çok dikkatli bakıyor, yabancı abla. Biz Türkçe konuşmaya başladığımızdan mı rahatsız oldu anlamadım. Korktum bu gacıdan ama. Ara ara ben de ona bakıyorum ister istemez.

Sonunda yelkenci uyandı aramızdaki garip bakışmalardan, benim Mert’in arkadaşı olduğumu söyledi. Kadın gülümsemeye başladı. Deli midir nedir salak kadın, hem erkeğim, hem de yelkencinin oğlundan küçük yaştayım. Ne düşündü benim hakkımda bu gerzek karı.

Birisi geldi, ne içeceğimizi sordu. Ben bir şey istemedim. Yelkenci viski istedi. Kadın içeri gitti, konuşmalarımızdan bir şey anlamadığı için sanırım. Benim hala etrafa meraklı baktığımı görünce yelkenci,

“ Sever misin denizi ve tekneleri”

“ Hem nasıl”

“ Gel gezdireyim seni o zaman, istersen denize de çıkabiliriz”

“ Teşekkür ederim, şimdi benimle ne konuşacaksınız onu çok merak ediyorum efendim”

“ Benimle resmi konuşmana da gerek yok. Sonuçta Mert’in arkadaşısın. Şimdi gelelim sana anlatacaklarıma. Belki duymuşsundur Mert annesiyle kavga etmiş. Kavganın nedeni uzun hikâye sonra anlatırım. Ve biliyorsun ortadan kayboldu. Cihan’ın da Mert’in de telefonları kapalı. Sabri’yi aradım, o bulur belki diye. Meğer daha önce birlikte devamlı gittikleri pansiyonda, yani bir Yunan adasında, karşılaşmışlar. Ama sonra ayrılmışlar. Mert’le Cihan tekne kiralayıp denize açılmışlar çünkü. Ben de Sabri’den rica ettim. Tatilini yarıda kesti, ailesini geri yolladı. Şimdi orada tüm tekne kiralama şirketlerini araştırıyor, nereden kiraladılar tekneyi diye. Bulur kısa zamanda, bu işlerde iyidir o ve her yerde tanıdıkları vardır. Böylece telsizle ulaşırız onlara. Merak ediyorum, çünkü Sabri görüştüklerinde Mert’in moralinin çok bozuk olduğunu söyledi. Biliyorsun geçen sefer içki ve ne içtiyse yanında artık hastaneye tesadüfen erken yetiştiremeseydik ölmüştü, allah korusun”

Gözlerimden yaşlar süzüldü bir anda. Mert’in ölmesini birinin, bu kişi babası da olsa, telaffuz etmesine bile dayanamam. Öyle bir şey olsa anında kendimi öldürürüm, sadece bu geçti aklımdan. Onunla birlikte olmadan geçen her an işkence gibi.

Ama onun olmadığı bir dünyada yaşıyor olmak, bu işkenceden de beter. Allahım, ben uğursuzluğumu bu güzel kuluna bulaştırdıysam, tamam birlikte olmayalım bundan sonra hiç, ama ne olur onu yaşat. Birinin ölmesi gerekiyorsa da beni al, cehennemine de razıyım.

“ Allah korusun”

“ Oğlum sen ağlıyorsun, ne oldu”

“ Ben, şey efendim. Tamam efendimi geri aldım, yani nasıl desem ben Mert’i çok seviyorum. Ama öyle sıradan bir sevgi değil, anlayın işte ve kızmayın ne olur bana. Ona bir şey olması ihtimâline bile dayanamam, ne olur bulalım onu”

“ Ne kızması, Sabri’den öğrendim her şeyi seninle ilgili. O insan sarrafıdır, senin için çok iyi şeyler anlattı. Hatta ayrıntıya girmeden, Mert’in karıştığı büyük bir kavgadan, senin sevgin ve en önemlisi, aklın ve kalbin, sayesinde vazgeçtiğini söyledi. Zaten seninle şu kadarlık konuşmamız da bile, bakışlarından, tavırlarından, hele o hep şaşkın bakan güzel gözlerinden, ne kadar saf ve iyi bir insan olduğunu ben de anladım. Mert, eski uyumlu günlerinden çıkıp kavgacı biri olduktan sonra, asla hiç bir kavgadan vazgeçmedi canına değer verip de. Demek ki Can, sana kendi canından bile daha çok değer veriyor. Bu benim için çok önemli. Üzülme evladım, ağlama da, bak sen de benim oğlum sayılırsın artık, madem Mert’i bu kadar seviyorsun ve Mert de seni”

Bunları duyunca koptum ben iyice. Ellerimi yüzüme kapatıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Ama sevinçten bu defa. Demek ki, Mert’le ben, varız bu dünyada. Biz, diye bir şey var. Biz, göremesek de bunu, eğer birileri bunu söylüyorsa…

Hele de bunu söyleyen, benim biricik aşkımın babasıysa. İyi insanlar da var, dedim bir kere daha. Başkalarına, hele de, başka, olan insanlara değer verecek kadar cesur ve iyi kalpli insanlar… Mert’imin, mert, babası.

Bu arada, Sabri abiyle nasıl bu kadar samimi yelkenci dev, merak ettim. En çok da Mert annesiyle neden kavga etti. Kavganın nedeni uzun hikâye, dediğine göre önemli bir şey olmalı. Ama şimdi bunları sormanın sırası değil.

Kalktı ayağa, beni de kolumdan tutup, kaldırdı. Sarıldı bana, göğsüne başımı yaslayıp rahatça ağlamama izin verdi, konuşmadan. Sanki Mert’e sarılmışım gibi öyle rahat hissettim ki kendimi. Biraz sonra duruluverdim. Bıraktım onu.

“ Özür dilerim kendimi tutamadım. Benimle ilgili söylediğiniz şeyler için, çok teşekkür ederim. Size nasıl hitap edebilirim acaba”

“ İçinden nasıl geliyorsa”

“ Siz kullanabiliyor musunuz bu tekneyi”

“ Evet en sevdiğim şeydir, biraz da iyi beceririm yani”

“ O zaman, kaptan desem size, ayıp olur mu”

Çok güldü bu söylediğime. Sadece, başıyla onayladı. Tekrar sarılıp sıktı beni. Sonra uzaklaştırıp kendinden, baktı gözlerimin içine, uzun uzun. Ben de korkusuzca baktım onun gözlerine. Çok korktuğum şey oldu.

Beyninin içini gördüm yine gözlerinin içine baktığım bir insanın. Bu defa çoğunluk gördüğüm şeyleri görmedim orda. Kötülükmüş bu dünyada esas olan, öyle diyorlar. İyilikse; bizim içimizdeki kötüyü yenebilme gücümüz, sadece. Kaptan, yenmiş sanki kötülüğü, öyle gördüm.

“ Anlıyorum Mert’i. Senin saflığın ve temizliğin, inşallah onu çocukluğundaki mutlu günlerine döndürür. Birlikte mutlu olursunuz”

Beni cafeden alan Haluk abi geldi yanımıza ve bir telefon uzattı kaptana. Beklediğiniz telefon, dedi. Sevinçle aldı telefonu ve hiç konuşmadan, uzun uzun dinledi. Duydukları iyi şeyler olmalı ki, gülümsemesi giderek arttı. 

“ Hadi müjde Can, bulmuş onları bizi bekliyor Sabri. Ailenden izin alabilirsen gidelim”

“ Nasıl yani, ben de mi?”

“ Tabi asıl sen, Mert’e gerekli olan sensin”

Bu defa ben atladım üzerine, yanağına bir öpücük kondurdum. Her halde babam yaşında bir erkeği istekle ilk öpüşüm budur. Bu adam harbi bir, baba, öpülür yani. Peter’e telefon ettim, çantalarımı gelip Haluk abi alacak diye. 

Kötü bir şey var mı, diye sordu telâşla Peter. Her şey güzel olacak, dedim. Anladı hemen benim küçük dev cin Peter Pan’ım. Çok sevindim, ayrıntıları sonra anlatırsın, deyip kapattı telefonu… İşte bir iyi insan daha; yok o insan değil, o Peter Pan. 

≈≈≈

Yelken açtık sonsuz denizlere, sonsuz güzellikteki aşkımı bulmak için. Savaşacağız ölümüne. Kılıcımı kaldırdım batmakta olan güneşe doğru. Bize yardım et, diye bağırdım avazım çıktığı kadar. Deniz ve güneşi birleştiren tanrı Poseidona. Kendisi Zeus’un kardeşi olur.

≈≈≈

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Liseden Üniversiteye 2 ~ ilk

Sarı Şey 3 ~ bunun intikamını alacam ama

Sarı Şey 17 ~ sorun değil iyi eğlenceler