Yeni Yaşam 13 ~ belki melekler gibi cinsiyetsizdir
YY_13 ~ belki melekler gibi cinsiyetsizdir ~
Gökyüzüne uzun süre bakamıyorum çünkü geri dönüp yeryüzüne baktığımda dünya bana korkunç bir yermiş gibi geliyor.
François Truffaut
13 şubat cumartesi
“Yarın cumartesi. Antremandan sonra alsam seni… Çözer misin beni?”
“Çözerim… Şeyy… Saat kaçta alırsın?”
Bu konuşma hiç aklımdan çıkmıyor. Antremandan sonra alırım demişti. Saat kaç onu söylemedi. Ben de soramadım. Çok istiyormuş gibi davranmak istemiyorum. Ama aslında çok istiyorum. O bunu bilsin istemiyorum. Amma da çok istiyorum dedim lan. Bu arada, nasıl çözeceğim onu? Onun esrarı ne? Gizemi ile mi beni kendine bağlıyor? Esra gibi mi? Onun yapamadığını mı yapacak bana? Ya da ben ona…
O istemiyor ama, Kaan abi diye kaydettim telefonuma. Sabah aradığında ya da mesaj attığında öyle görmek istedim adını. Arasın ya, sesini özledim. Telefonda o telaşlı ama kendine güvenli bazı harfleri vurgulayarak konuşmasını… En çok, ince ama kararlı sesiyle Berk demesini özledim. Sanki çok konuştuk da telefonda.
Sanki çok tanıyorum da onu. Aslında hiç tanımıyorum. Ama, yeni yaşamımda tanıdığım, beni en çok etkileyen kişi Kaan. Açık ara o, başka da kimse yok. Olmasını da istemem. Daha kaç kişi tanıdın ki diyebilirsiniz tabii. Ama ne diyim, bu kızgın ama tatlı velet adımı söylediğinde neler oluyor bilseniz. Başka biri olarak ölümden yeniden doğmamı müjdelediğini hissediyorum.
Size bir sır vereceğim, kimseye söylemediğim. Babamın ölüp ölmediğini bilmiyorum. Ama onu kaybettiğimde ben öldüm. Onu biliyorum. Onsuz nasıl yaşayacağımı bilmiyorum. En azından neleri bilip bilmediğimi biliyorum. Böylece müjde bulutlarıyla dolu gökyüzünde dolaşırken sıcak yatağımda uyudum. Umurumda değildi sabah akşam eskiden. Uyurken belki ilk defa bu kadar çok, sabah olmasını istedim.
Bu eve geldiğimden beri ilk defa güneş doğduktan sonra uyandım. Pencereden parlak hınzır bir kış güneşi gözümün içine girerken. Sabah güzel oldu. Bunu da müjdeye yordum. Hemen kalktım dışarıya baktım. Güneşin bu kadar parlak olmasına sebep meğer kar yağıyormuş. Sonunda bu kışın ilk karı, geç de olsa yağdı. Neden bu gün? Güneş pırıl pırıl parlıyor.
Yerler kar tutmamış ama bu bembeyaz aydınlık parlak ışıltılı hava yeter bana. Saate baktım 8’e geliyor ne uyumuşum. Hemen giyinip dışarı çıktım. Çok açım yine. Hava buz gibi ama ben üşümüyorum. Sanırım kanım deli akıyor. Markete gidip domates biber ve ekmek aldım, buzdolabında peynir yumurta var nasıl olsa.
Eve gedince youtube’dan çay nasıl yapılır ona baktım. Melissa’nın ki kadar olmasa da memnun edici derecede güzel bir kahvaltıyla karnımı doyurdum. Youtube’da videolara baktım zaman geçirmek için. Saat 10 oldu yok. Arasana bebe artık. Antreman kaçta biter ki acaba? Geceden beri hatta ne zamandan beri seni bekliyorum lan. Melissa’nın anlattığı şu uke seme konuları geldi aklıma.
Ben bir erkekten mi hoşlanıyorum acaba? Oysa önceden çok saçma gelirdi böyle bir düşünce. Yoksa Kaan erkekten sayılmıyor mu? Yani yanlış anlamayın o anlamda değil. Kendisi insan üstü bir yaratık olabilir. O anlamda, belki melekler gibi cinsiyetsizdir, ne malum. Belki ben de öyleyimdir. Olsa keşke. Ne değişik olurdu… Bu da bir müjde değil mi?
¨¨¨
Neyse, şimdi size erkek erkeğe dalga hakkında başımdan geçen bir şey anlatacağım. Kimseye söylemeyin utanç vericiydi çünkü. Esra’yla olan da öyleydi ama bu daha çok öyleydi…
Yine liseye ilk başladığım yıl. Boşalma olayından sonra Esra beni çok sıkmaya başlamıştı. Her dakika birlikte olmak istiyordu. Bu beni boğuyordu. Tekrar onunla yalnız kalmaya da korkuyordum. Neden korktuğumu da bilmiyordum. Sen de hiç bir bok bilmiyorsun mu dediniz? Olabilir. Okuldayken ondan kurtulamayacağıma göre, ben de hiç olmazsa hafta sonları bağımsız kalmanın yollarını aradım.
Sadece bir kaç arkadaşım vardı. Bunlardan biri çok uyanıktı. Her boku bilir. Çınar, beni de severdi nedense. İsmi gibi garip ama faydalı bir çocuktu. O önerdi, hem hafta sonları birlikte takılırız, dedi. Okulun fotoğrafçılık kulübüne katıldım. Orada bir öğretmen vardı bizimle ilgilenen. Daha önceden de fotoğraf çekmeye başlayan bir iki çocuktan fazla bir şey bildiği yoktu aslında.
Hafta sonları, öylece toplanıyorduk, hoca biraz konuşup gidiyordu. Biz de kendi aramızda gruplaşıp zaman dolduruyor sonra dağılıyorduk. Ben Esra’dan kurtulup, Çınar’la makara yapmaya dünden razıydım. Öğretmen faydalı olamayacağını anlayınca, araştırmış bizim okuldan eski öğrencilerinden birinin üniversitede sanatla ilgili bir şeyler okuduğunu öğrenmiş.
Ayrıca, profesyonel olarak fotoğrafçılık da yapıyormuş. Onu çağırmış bir hafta sonu gelip bizi heveslendirsin diye. Bizi heveslendirmekten çok hocalık yapmaya kendi pek hevesliymiş meğer. Bir hafta diye geldi Ersin abi. Sonra devamlı gelmeye başladı. Abarttı kulübün de başına geçti. Aynı bizim yaşımızda başlamış bu işlere şimdi dünyanın her yerinde fotoğraflar çeken ünlü biriymiş.
Ünlü mü yoksa sallıyor mu bilmem. Ama instagram hesabına bakmıştım, epey takipçisi vardı. Enteresan da işleri vardı. Çektiği fotoğraflara ne alâkaysa iş diyordu. Sanırım daha havalı oluyor böyle. Ben de yavaş yavaş ısındım bu işe. Onun deyimi ile iyi işler yapmaya başladım. Babamın çok hoşuna gitti çektiğim fotoğraflar. Bana baya pahalı ekipman düzdü.
Artık okul dışında geziler yapmaya başladık kulüp olarak. Her hafta bir tema belirliyordu hocamız. İstanbul’un ilginç yerlerinde fotoğraflar çekiyorduk. Sirkeci hanları, suriçi ibadethaneleri gibi yapıların fotoğrafları.
Bir gün erken bitirdi Ersin abi gezintiyi. Taksim’de buluşur ve dağılırdık hep. O gün de öyle yaptık. Ben biraz uzaklaşıp gelip beni alsın diye babamı aramak için telefonumu çıkardım… Kolumdan tuttu biri. Ersin abiydi o kişi. Gel biz devam edelim gezmeye dedi. Nedense bana da ilginç geldi. Daha zamanım vardı babamı aramak için nasıl olsa. İstiklal caddesine girip yürümeye başladık.
Babamla galatasaray maçları öncesi takıldığımız yerler olduğundan biliyordum buraları. Galatasaray lisesinin oraya geldiğimizde ara sokaklara girdik. Meğer evi burdaymış bana sormadan evine girdik bile. Bira getirdi ikimize de. Ben içmem dedim tabi. Ulan babamla içmiyorum içki sana ne oluyor, diyecektim ama demedim.
Sonuçta herife, hocam diyoruz. Ama hocamın niyeti başkaymış. Beni oturttu kanepeye. Kendi de yanıma oturdu. Epey yanıma hem de, elinde bira. Ben anladım bir bok çevirecek bu parlak Ersin abi. Elini attı. Esra’yla aynı yerlere meraklı olduklarını anlamış oldum böylece. Ben Esra’dan bile utanıyorum lan. Bir erkekle olur mu hiç? Hele de yaşı benden büyük hocamla hiç.
Gerçi yeni mezundu o da. En fazla üç dört yaş büyüktü benden. Ama lise 1 deyim. 2’ler bile bana büyük geliyordu. Neyse yaşıtım da olsa farketmezdi aslında. Bu haraketine ben hiç tepki vermedim. Babam söylemişti. Ne olursa olsun, tehlikede olduğun veya istemediğin bir durum olduğunda hemen telefonun çıkar beni ara diye. Ben de aynen öyle yaptım. Konum atmayı da beceriverdim.
Ersin abi epey bozuldu. Babam gelene kadar dil döktü. Sen benim en değer verdiğim öğrencimdin, fotoğraflarını çok beğeniyorum, sana bu işi gerçekten öğretecektim, beraber yurt dışına gidecektik… Sadece samimi olmamızı istemiş. Ben sadece ve sakince dinledim.
Bir şey demedim, babam aşağıya gelip beni arayana kadar… Aslında fotoğrafçılık tam bana göre bir işti… Ama bir kulübe üye olmak. İnsanlarla ortak işler yapmak. Fotoğraf çekmek için İstanbul’un garip yerlerinde dolanıp durmak… Topluca bir şeyler yapmak bana çok ters…
O kadar maça gitmişim. Etihad’da bile. İlkay Gündoğan, hatta oyununu da tipini de çok sevdiğim Phil Foden gol attığında stat korosuna katılmamışım lan ben. Sizin siktirik sirkeci hanları geziniz keser mi beni. Sıkılıyordum hatta bunalıyordum zaten… Ersin abinin yaptığı şey de tuz biber ekti. Öyle derler değil mi? Neyse bıraktım ben kulübü. Benden sonra Ersin abi’de bırakmış.
¨¨
Özellikle siyah beyaz fotoğrafa meraklıydı Ersin abi. Kara kalem resim gibidir, eğer becerebilirsen çok etkilidir demişti. Evde Kaan’ı beklerken iyice heyecan yaptım ve sıkıldım. İnternette bir şeylerle uğraşırsam zaman çabuk geçer dedim. Youtube’da siyah beyaz filmlerin videolarına bakıyordum. Siyah beyaz filmleri genelde Fransızlar mı yapıyor bilmiyorum.
Bir Fransız filminin trailerını izlerken başrol çocuk hoşuma gitti. Kaan’a benzemiyordu. Ama havası bana benziyordu sanki. Sonra filmin konusunu okudum. Annesi ilgisizmiş. Üvey babası varmış çocuğun. Babam kaybolduğunda, annem başka biriyle evlenir diye düşünmüştüm. Üvey baba muhabbeti, benim de kâbuslarımın konusu oldu kısa bir süre.
Sonra zaten annem gitti. O kaybolmadı, babam kaybolunca bizi bırakıp gitti. Zaten varken de yoktu. Şimdi hiç yok. Siktirsin gitsin. Babamın yerine üvey baba koyamam. Gerekirse ona koyarım. Film benim ilgimi çekti iyice. İnternetten bulup izlemeye başladım.
Babam bile doğmadan önceki zamanlarda geçen bir film. Ama daha başlar başlamaz sardı beni. Keşke Melissa’da yanımda olsa diye geçti aklımdan. O benden de iyi anlardı filmi. Bana da anlatırdı. Kafası basıyo böyle sanat düşünce işlerine. Aslında her şeye. Ukeler semeler, bilmediği şey yok.
Filmi bitirdim. Çok hoşuma gitti. Sonu çok etkiledi, ağladım biraz da. Aslında aralarda da ağladım. Neyse, tam adını ve yılını yazıyorum. Hem de her dilden. Les Quatre Cents Coups (1959) - The 400 Blows - 400 Darbe…
Filmin ismi Fransızca’da, okulu kırmak anlamına geliyormuş. Ben bu güne kadar hiç okuldan kaçmadım. Bira da içmemiştim ama içiyorum artık. Belki okulu da asmaya başlarım. Ablam da beni asar. Hem de şeyimden… Bir keresinde öyle demişti. Esra ve Ersin abi’den sonra, şeyimle ilgilenmeyen bir o kalmıştı. Çok korkmuştum. Sonuçta önemli bir şey. Belki de en önemli şey. Değil mi?
¨¨
Filmle ilgili tanıtım yazısını okumak isteyenler:
Yorumlar
Yorum Gönder