Yeni Yaşam 8 ~ öyle bir baktı ki gözlerimin içine
YY_8 ~ öyle bir baktı ki gözlerimin içine ~
11 şubat perşembe
Maçı seyrederken babam aklıma gelince, sohbete daldık ya. Konuşa konuşa, onun düşüne dalmışım, gece oluvermiş. Yine elbiselerim üzerimde bu defa yatağa da giremeden televizyonun karşısında uyuyakalmışım. Sabah olurken daha, televizyonun sesine uyandım. Zar zor kalktım. Çok üşümüşüm her yerim ağrıyor. Çok da acıkmışım. Evde ekmek yok. Çantamdaki dün hazırladığım sandviçe baktım umutla.
Ekmek taşlaşmış, peynirlerde küflenmiş. Eskiden sabahları annemin yardımcısının hazırladığı mis kokulu kahvaltılara uyanırdım. Sadece, bir bardak su aldım bu defa. Sade bir başlangıç güne. Daha çok erken olduğundan, zaman geçirmek için oturup müzik açtım. Aç karnına suya abanıp, telefonuma bakıyordum. Dün gece Melissa, mesaj yağmuruna tutmuş beni. En son attığı mesajı açtım.
- bu arada haberin olsun Kaan numaranı istedi verdim -
Baktım Kaan’dan bir şey gelmiş mi diye. Yok. Olmasını mı isterdim, yoksa numaramı neden aldı diye kızmam mı gerekir? Kaan, benim kafamı öyle allak bullak ediyor ki… Ne düşüneceğimi bile bilemiyorum. Hissettiğim şeyleri çözemiyorum. Telefona anlamsız bakarken, ekran yandı, bilmediğim bir numara arıyor. Nedense daha ilk çalış bile bitmeden, heyecanla hemen açtım.
~ berk uyuyorsun diye düşündüm ama hemen açtığına göre uyanmışsın aşağıda seni bekliyorum hemen gel… ~
Allahım, yarabbim, ya resül allahım… Dua da bilmiyorum ki okuyayım. Uyuyorum diye düşünüyormuş. Sen ne zaman düşünmeye başladın? Bu çocuk nasıl bir insan ki sabahların körlerinde beni kapılarımda bekliyor hep. Bir de, “hemen gel”, diyor… Bana ne yapmaya çalışıyor acaba? Zaten elbiseler üstümde, sırtık çantamı alıp çıktım hemen. Asansörü beklemeden, ikinci kattan ikişer üçer beşer merdivenleri atlayarak aşağıya indim.
Bebeyken çok yapardım bunu. Koşarken terleyince pazartesi gününden beri hiç yıkanmadığım aklıma düştü birden. Ayrıca, üstümdekileri, donum ve çoraplarım dahil hiç değiştirmediğim… Neyse ki çok terlemem ve terlesem de pek kokmam. Ama yine de bu kadarı fazla de mi? Neyse Kaan’ın temizlik kokusu ikimize de yeter artık. Sokulurum ona motorda, tertemiz kokusu temizler beni… Motora poposunu dayamış, sik kadar bile diyemeyeceğim telefonuna bakıyor.
“Cevap bile vermeden, telefonu suratıma kapatınca…”
Devam etmedi. Doğru ya. Öyle bir heyecanlandım ki cevap vermek bile aklıma gelmeden kapadım telefonu. Aşağı ışınlandım. Beni görünce çok sevindi. Telefonu suratına kapatınca, kızdığımı mı düşündü acaba? Aslında, kızgınlıktan öldürebilirim seni. Atladım atının terkisine, sımsıkı sarıldım. Yine mis kokuyor.
Okulun oraları filan geçtik, bastı gidiyor, nereye gidiyorsa artık. Neyse ki, semtten çıkmadan meydanın orda durdu. Çok kalabalık ve büyük bir kahvaltıcıya girdik. Sabahın kör karanlığında bile, hiç yer yok. Millet birileri kalksa diye ayakta sıra bekliyor. Biz etrafa bakınırken, küçük tatlı bir oğlan geldi yanımıza.
“Kaan abi aceleniz varsa ayarlıyım hemen bir yer.”
“Sen burda mı çalışıyorsun lan.”
“Evet abi…”
“Nooldu okul.”
“Çalışıyoruz abi işte…”
Çocuk koşturdu, bize içerden bir küçük masa getirdi, iki de tabure… Kaan’ın yüzü düştü. Bir elinin parmaklarını gözlerine bastırdı. Nefes alıp verdi uzun uzun. Şaşkınım yine, nasıl bir bebe bu diye… Dayanamadım sordum.
“Ne oldu?”
“Yok bişey.”
Biraz sonra, düşünceli zoraki güldü. Karşımda duran tabureyi götümün dibine çekti, yapışık oturduk. Yanaşınca bana yine yıkanmadığım aklıma geldi.
“Bir şey sorucam.”
Baktı bana, nasıl anlatsam derdimi acaba? Neyse nasıl olsa fark etmiştir zaten.
“Kaan… kokuyor muyum ben…”
“Evet.”
Bir anda suratıma kan hücum etti… Utançtan yerin dibine geçtim gibi oldu… Uzaklaştırdım sandalyemi ondan. Şaşkın, bir çocuk gibi bana bakıyor.
“N’oldu ya anlamadım ki.”
“Üç gündür yıkanmadım, üstümdekileri de değiştirmeyi unuttum… Onun için yani…”
Hâlâ aynı modda bakıyor… Salak mı nedir.
“İşte o yüzden, kokuyorum! Yaklaşma bana…”
Hâlâ anlamadı, sonra sesli gülmeye başladı.
“Evet, derken, güzel kokuyorsun demek istemiştim…”
“Dalga geçme ya.”
“Valla dalga geçmiyorum.”
Yine sandalyesini yanıma çekip yapıştı bana. Suratını boynuma gömüp, kokladı tenimi. Çekilip, gözleri kapalı öylece durdu…
“Yemin ederim, çok güzel kokuyorsun…”
Yalan ama inandım. Yalnız sen, gerçekten güzel kokuyorsun. Bunu biliyor musun? Küçük masanın üzerini, küçük çocuk öyle bir doldurdu ki. Tabaklar tabakların üstünde, yok yok… Mis gibi kokuyor sucuklu yumurta… Bu günü, çeşitli kokular bayramı ilân ediyorum lan. Çeşit çeşit peynirler, zeytinler, reçeller ve en özlediğim de sıcak pide… Yumulduk ikimiz de… Kendimi kaptırınca, çay ağzımı yaktı ya…
¨¨¨
Hesabı yine Kaan verdi tabi, kalktık. Sonra bize servis yapan çocuğun yanına gidip cebine bir şey koydu. Çocuk önce farketmedi, sonra cebine bakınca. Biz uzaklaşmıştık, arkamızdan koştu… Kaan elimden tutup kaçırdı bizi… Sonra durdu çocuk, uzaktan bize bakıp güldü. Kaan elini salladı, o da bize elini sallayıp neşeyle bağırdı.
“Saol abi!!!”
Bu çocukla Kaan’ın önceden tanışıyor olmaları kafamda soru işaretlerini yakıp söndürüyor, nedense. Kafamı toplayamadan motora binmiştik bile. Bir şey diyemedim… Günlerden beri ilk defa tam doydum. Kız erkek ayrımı yapmadan gurursuzca, herkese yıkılıyorum ya böyle… Napıyım yok abi param işte… - Ölek mi? + Geber amcık…
“Kaan, sen git okula bir işim var benim burda, hemen gelicem.”
“Ben de senle gelirim, nereye gidiyoruz.”
“Git sen ya. Para çekicem bankamatikten.”
“Param var, ikimize de yeter. Demedim mi ben sana.”
“Kaan, bi sal beni. Paran var anladım da, benim yok.”
“Salamam seni. Kurt kapar.”
“Kurt sensin zaten.”
“O zaman, yedirme kendini bana.”
Kolumdan çekiştirerek okula soktu. Hocayla aynı anda girdik sınıfa. Emre ve Melissa… Aslında bütün sınıf, mânâlı bir gülümsemeyle bize bakıyorlar. Neden acaba? Kaan’ın umurunda diil hep olduğu gibi. Benim neyimde, onu hiç bilmiyorum. Motordayken mecburuz da, hemen alıştı, bana yapışarak oturmaya. Kulağına doğru fısıldadım.
“Sınıftayız Kaan.”
“Kafayı yemedim daha, biliyorum tabi.”
“Pek biliyo gibi değilsin. Götümün yarısı dışarda, birazdan düşücem sıradan, ayrıl…”
“Haa.”
Dedi sadece ve şaşkınca. Az bucuk uzaklaştı ama teması da tam kesmiyor. Çok istikrarlı ve kararlı. Benim de artık kararlı olmam gerek. Kendimle ilgili yani. Dersi dinlemeliyim. Daha doğrusu, dinlemek yetmez, anlamalıyım. Bu kurt benim yanımdayken nasıl olucak bilmiyorum. Ama olmak zorunda. İyi bir üniversiteyi kazanamazsam, hiç istemediğim bir yaşamım olur.
Bunu kafama kazımam gerekir. Gidip, kolumun alt iç kısmına da, gotik harflerle dövme yaptırıcam; odaklan~çalış~kazan… Bi de yanına YaraK… İyice tiksinç bi terbiyesiz oldum. Ne ara ders bitti, teneffüs oldu anlamadım. Yine dersten de bir şey anlamadım. Boku yedim ben ya…
Emre’yle Melissa cilveleşir gibi mır mır kediler gibi konuşuyorlardı. Baktım pencereden, güneş açmış… Hemen dışarı sürükledim Kaan’ı. Bahçede dolaşalım, güneş yıkarken bizi. Ama asıl niyetim, kafamı kurcalayan şeyi ona sormak. Bu arada neden durmadan soru soruyorum ben ona. Neyi, neden merak ettiğimi bile bilmeden hem de. Bir şeyler buluyorum. Sezgisel bir merak içimi kemiriyor.
“Kaan, kahvaltıcıda ki çocuğu nerden tanıyorsun sen. Bahşiş versen çocuk öyle koşmazdı arkamızdan.”
“Ne verecem ki başka.”
“Çocuk, şaşkın bakıyordu elindeki paraya. Uzaktan görebildiğim kadarıyla bir tomar paraydı. Neden o kadar çok para verdin.”
“Berk! sen bu para konularına ne kadar çok takıksın. Amına koyıyım paranın ya!!!”
“Benle konuşurken bağırma ve küfür etme lütfen. Aslında hiç rahatsız olmam. Ben de küfür ederim ama o ilk karşılaştığımızda yaptıkların aklıma gelio… Elimde olmadan korkuyorum ve gıcık oluyorum sana!”
Başını eğdi yere bakıyor. Çok üstüne gidiyorum biliyorum. İster küfür eder, ister bağırır, istediğine de para verir. Beni ne ilgilendirir. Ama merak ediyorum işte. Bu muamma sorunlu… Piçi çok merak ediyorum.
Aslında çocuğa verdiği para belki de işin görünen yüzü. Esas merak ettiğim dün Emre’yle okuldan çekip gitmeleri. Gelen mesajlar. Ne halt çeviriyorlar. Hayatımda, bir insanı böyle ilk defa merak ediyorum. O yüzden elime yüzüme bulaştırabilirim her şeyi. Yıkanmayı unutabilirim. Üstümü değiştirmeyi unutabilirim… Akılıma geldi bak, dişimi bile fırçalamadım hiç… Kendimden iğrendim iyicene…
“İster inan ister inanma… Bu çocuğa verdiğin para konusunda benden bir şey sakladığına eminim. Benim kafam pek çalışmaz, geç anlarım bazı şeyleri ama sezgilerim çok kuvvetlidir. Anlat şu işin aslını bana. Yoksa başının etini yerim. Sonunda küsersin bana, bilesin.”
“Bu saatten sonra ben seninle, hiç bir şey için küsmem merak etme.”
“Bu saatten sonra derken, daha iki gün oldu tanışalı… Dalga geçme benle.”
“İki gün yetmiş demek bana.”
“Nasıl yani. Neye???”
Sustum, devamını getiremedim. Öyle bir baktı ki gözlerimin içine. Girdi ordan taa içime. Gök mavi gözleriyle. Gözlerim yaşardı, gözlerimi bile kırpamadan ona bakmaktan… Bu arada söylemiş miydim? İngiliz ligindeki takımların çoğunun rengi kırmızı veya mavidir. Sonra üçüncü sırada da bordolar. Takımlar genelde tek renkle anılır. Manchester City’nin rengi ise, mavi değildir. Kaan’ın gözleri gibi, gök mavidir. Farklıdır yani.
City’yi araya, kafa dağıtmak için soktum, kusura bakmayın. Yoksa Kaan’ın bakışları eritecekti beni… Neyse, bir şeye kafamı takmışsam, takmışımdır vazgeçmem. İki gün yetmiş demek bana ne demek, o sonra artık. Nasıl oldu bilmem. Elimle dudaklarını iki yanından tuttum. Canını yakana kadar sıktırdım. Gülmeye başladı tavşan dudaklarıyla. Nerdeyse suratına da pike yapacaktım, dudaklarımla. Zor tuttum kendimi. İyice sıyırdım, biliyorum.
“Anlat şunu hadi, delirtme beni bebe!!!”
Zil çaldı ya. Kolundan tuttum, bırakmadım.
“Anlatmazsan girmiyorum derse…”
“Tamam ya gel. Uzun hikâye, okul çıkışı anlatırım.”
Gülümseyerek baktı bana, canını yaktığım halde. İyi okul çıkışı birlikte takılıcaksak, beklerim amınakoyım… Gördüğünüz gibi ben de severim küfürü ama genelde içimden ediyorum.
¨¨¨¨¨¨
Yorumlar
Yorum Gönder