Yeni Yaşam 7 ~ çok kötü insanlar çok iyi de olabilirler
YY_7 ~ çok kötü insanlar çok iyi de olabilirler ~
“İlk karşılaştığınız gün sana girişmiş Kaan sanırım. Öyle mi?”
“Evet ortada bir şey yokken tartakladı beni, hayvan gibi de vurdu.”
“Sonra da, okul çıkışı Emre’yle beraber biralamışsınız burda… Sabahtan akşama ne değiştiyse artık… Doğru mu?”
“Ne değişti ben de bilmiyorum ama doğru.”
“Kaan işte… Zamanı biraz hızlı yaşayabildiğinden, önce kızmış sonra aniden sevmiş belki de seni, bilemezsin. Neyse, biraladığınız o akşam bize geldi. Annemin yemeklerine bayılır. Annem de hem ona, hem yemek yedirmeye… Yemekten sonra, senle ilgili sorular sormaya başladı. Ben de birşey bilmiyorum, dedim. İdareden öğren, hangi okuldan gelmiş, gerisini ben çözerim, dedi. Yarın öğrenirim, dedim. Hemen, dedi. Ben de edebiyat öğretmenimiz Sevilay hanımı aradım. Aynı zamanda bizim müdür yardımcımızdır. Aramız da iyidir. Söyledi hangi okuldan geldiğini. Kaan, birilerini aramaya başladı. Seninle ilgili öğrenmiştir bir şeyleri ya da her şeyi. Bilemem artık”
“O akşam biz ayrıldığımızda saat zaten geçti. Sizin eve gece vakti gelebiliyor mu Kaan…”
“Sana ilk karşılaşmanda şaşırmayasın diye, tehlikeli yönlerininden söz ettim. Ama istediği zaman oyuncu bir kedi olup pamuk yumağına da dönüşebilir. Unutma çok kötü insanlar, çok iyi de olabilirler. Benim Emre’de böyledir, bilirim. Onun için hiç ayrılmıyorlar birbirlerinden. Bizim sınıfa ilk düştüğü zamanlarda, aniden Emre’yle kanka oluverdiler. Oysa Emre kızları sever erkeklerle çok samimi olmaz. Ama Kaan başka işte. Aşık gibi bakıyorlar bazen birbirlerine. Meraktan çatlatıyorlardı beni. Hâlâ öyle aslında ya. Bunları bizim eve yemeğe çağırmıştım. Belki çözerim aralarında ki ilişkiyi diye. Ben bir şey çözemedim ama o bebe her şeyi çözüverdi. Annemi kendine hemen aşık etti. Annem de babam da Emre’yi zaten çok severler. Ben babamı insan sarrafı zannederdim. İkisi de çok efendi çocuklar diyince… Babamın insanlarla ilgili bi boktan anlamadığını öğrenmiş oldum…”
“Ne öğrendi ki benim hakkımda acaba? Bir şey dedi mi sonra sana.”
“Ne zaman söyleyecekti ki. Bu sabah derse girmeden gittiler ya.”
Sabah beni evin önünde beklemesi… Starbucks’a götürmesi. Param yok deyince ben… Biliyorum… Siktiret parayı filan muhabbetleri… Sanırım dün gece bir şeyler ya da her şeyi öğrenmiş hakkımda. Kimden acaba? Başımdan geçenleri öğrendiği için mi bana ilgi gösteriyor? Ama bu da olamaz çünkü bunları gece öğrendiğine göre, daha önce okul çıkışı, neden beni bira içmeye götürdüler.
Emre başlattı içme fikrini ama benim de gelmem konusunda Kaan neden ısrar etti. Başımdan geçenleri öğrenmiş olsa bile, neden benimle bu kadar ilgileniyor… Bunlardan ona ne ki. Sonuçta ilk gördüğünde gıcık olmasa o kadar kötü davranıp, küfürlü konuşup, dayak atmazdı bana… Birden vicdan sahibi mi oluverdi yani.
Kafamda karmaşık deli sorular… Melissa’nın telefonu çaldı. Annesi eve çağırıyormuş.
“İzin al annenden bize gel sen de. Annemlerle tanıştırayım, akşam yemek yeriz.”
Şimdi ona, evde izin alacak kimsemin olmadığını… Başımdan geçen uzun traji komik destanları anlatacak hâlim yok… İşim var eve gitmem gerek, yalanını sıktım. Aslında daha konuşmak istiyordum. Yalnız kalmak da istemiyordum. Ama anne baba muhabbeti çekemem hiç.
Başım öne düştü. Birden sarıldı bana, suratımın neresi gelirse artık iki de ıslak dudak yalaması yapıştırdı. Eskiden, ablamdan alışkındım buna. Ama artık hiç uymaz bana. Offlayarak uzaklaştım vücudundan.
“Telefonunu açıp versene”
Verdim, numarasını yazdı. Çaldırdı telefonunu. Bana sormuyor bile… Kaydetti kendini.
“Baak.” Telefonun uzattı bana.
Aşkım Berk diye kaydetmiş.
“Bir tane daha Berk vardı da, karışmasın diye öyle yazdım aşkım.”
Emojilerle de süslemiş… Eve yollandım, arkamdan konuşuyordu hâlâ…
“Akşam mesaj atarım sana sohbetleşiriz….”
¨¨¨
Eve girdim ama ne yapsam bilemiyorum. Daha saat çok erken, uyusam gece yarısı uyanırım. Bilgisayarı açtım… Kredi kartım iptal olunca, Netflix aboneliği kapamış. Evdeki televizyonu açtım, ordan girdim Netflix’e… Hiç bir diziye kendimi veremedim. Kafamı toplayamıyorum. Spor kanalları da var televizyonda. Hafta sonu oynanan, Manchester City’nin maçının tekrarı denk geldi. Seyretmeye başladım. Babam çok severdi futbolu.
Ortaokul zamanlarımda, beni de galatasaray ve beşiktaşın maçlarına götürmeye başladı. Formalar filân, tam teşekküllü. İki statta da kombineleri vardı. Galatasaraylıydı ama beşiktaşı da severdi. Dedem beşiktaşlıymış ona duyduğu sevgiden herhalde. Babasını çocukken kaybetmiş. Babasız büyümenin acısıyla beni çok seviyor ve üstüme titriyordu belki de. Maç öncesi öğlenden çıkardık evden.
Seyrantepeyse son durak Beyoğlu’na, Dolmabahçeyse, köy içine çarşıya giderdik. Maç öncesi taraftarların toplandığı, yiyip içtiği yerlere yani. Şarkılar söylemek, eğlenmek ve sonra topluca birlikte maça gitmek… Her gittiğimiz yerde babamın arkadaşları ya da tanıdığı insanlar vardı. Hepsi babama acayip saygılı davranırdı. Dolayısıyla bana da. Babamın evdeki halleriyle çok çelişkili geliyordu bunlar bana.
Benim yaşımda ki erkek çocuklar için çekici gelebilecek ritüeller… Bayılmasam da bana da ilginç geliyordu. Şarkılara ve tezahüratlara katılmazdım hiç, sadece izlerdim. Ancak, maçı seyretmek sıkıyordu beni. Babamla zaman geçirmeyi sevdiğimden ses etmezdim. Babam da farkındaydı kendimi zorlayarak, ortama uyum sağlamaya çalıştığımı.
Sanırım hiçbir şeye kendini tam veremeyen, içe dönük, garip, biraz da mutsuz bir çocuk olduğumu farkediyordu. Bunu aşmam için yardımcı olmaya çalışıyordu kendince. Büyümeye çalışan bir erkek çocuk için futbolun sosyalleşmeye, yaşamdan zevk almaya ve kendine güvenmeye yardımcı olacağını düşünüyordu herhalde. Kim bilir belki bir gün spor yapmaya bile başlarım…
Yeşil sahalara çıksa oğlu şöyle bir vole vursa topa, ne mutlu olurdu. Umut ediyordu işte… Hayatta başarının ilk durağı, umut etmekten geçer değil mi? Benim de bir umudum olsun istiyordu. İş hayatında çok başarılı olduğunu söylerlerdi çevresinde tanıdığım kişiler. Öyle miydi? Başımıza gelenlerden sonra, bu konuda epey soru işareti var kafamda. Ama bana karşı hep sabırlı ve sevgi doluydu, bundan eminim…
Futbolun inceliklerini ve estetiğini yavaş yavaş sabırla anlattı bana… Babamın anlattıklarını anlamaya başladıkça… Seyrede seyrede zevk almaya başladım maçlardan… Televizyonda da maçlara bakmaya başladım. Premier ligde oynanan oyunun, bir başka olduğunu fark ettim. Babamın İngiltere’de işleri vardı. Daha önce de bizi götürmüştü oraya. Babama beni manchester city’nin maçına götürür müsün diye sorduğumda…
Öyle sevinmişti ki. Sen emret baban yapsın koçum, diye bağırıp kucağına almıştı beni. Çocukken en sevdiğim yer. Onun deyimi ile eşek kadar olduk artık. Kucak işini abarttı ama neyse o benim babam. Bir şey istediğimde mutlu olmasına rağmen, daha önce hiç bir şey istememiştim ondan. Normalleşiyorum diye mi düşündü acaba?
İlk tatilde Londra’ya uçtuk… Trenle Manchester’e gidip Etihad stadium’a girdik. United vs. City maçı. City yendi. Maç çıkışı heyecanlandım baya… Pep Guardiola’nın nasıl bir oyun oynattığını… Ve Ole Gunnar Solskjær’ı nasıl altettiğini babama uzun uzun anlatınca… Gözleri yaşardı. Bana hep hayran bakardı zaten ama bu defa gururla da baktığını hissettim.
Artık, takımların sahaya dizilişini, teknik direktörlerin planlarını maçı izlerken çözebiliyordum. Diğer tüm takımlar, hemen hemen farklı ama aynı şablonlarla oynarken, Pep’in başka bir şeyler denediğini fark edebiliyordum. Hep denediğini, yense de yenilse de yenilikten vazgeçmeyen bir manyak olduğunu anladım. Türkiye’de bir takımı tutmazken, Manchester City taraftarı ve Pep hayranı oldum kendimce.
Onunla ilgili yazılanları okudum. Oynattığı oyun gerçekten de bana çok değişik ve zevkli geliyordu. Babam gençliğinden beri Manchester United taraftarıymış. Ben de şehrin mavi tarafına geçtim. Bozulacağı yerde, çok hoşuna gitti… Onu taklit etmeyip kendi yolumu kendim çizmem. Hem de bilinçli bir seçimle…
O günden sonra babam da şehrin kırmızı tarafını bırakıp benim yanıma mavi tarafa geçti. O beni hiç yalnız bırakmazdı zaten… Bilseniz, ne iri yarı ama ne ince düşünceli… Ne güçlü ama bunu hiç kendinden güçsüze karşı kullanmayan. Ne akıllı ama hiç kurnazlığa kaçmayan, adam gibi bir adamdı. Biz öyle severdik ki bu adamla birbirimizi…
Bunları aklıma gelince, ağlamaya başladım… Salya sümük karıştı, ama maçı zevkle izlemeye de devam ettim… Hiç beklenmedik bir şey oldu. İlkay gol attı. Babam yanımdaymış gibi düşündüm. İlkay Gündoğan’ı orta sahadan, sanki forvet gibi bir golcüye nasıl evirdiğini anlattım Pep’in… Hatta onun oyununda, mevkii diye bir şey olmadığını. Total futbolu bile aştığını, oyuncuların saha içinde saat gibi döndüklerini anlattım.
İleri kanatta ki yeni çocuğun, bir sağ çizgide bir sol, nasıl süzüldüğünü… Akademiden alıp A takıma çıkardığı 17 yaşında ki Phil Foden’ı anlattım. Daha yeni A takıma çıkan çocukla ilgili gazetecilerin iş olsun diye… 100 milyon euro verseler satar mısınız sorusuna… Onun fiyatı yok 500 milyon verseler satmam demesini… anlattım. Baba dedim, adam teknik direktör değil, aşmış bunları…
Felsefe yapıyor, başka bir dünyada yaşıyor… Babam onu özlediğimi ve onun yokluğuna ağladığımı görünce bunları anlatırken. O da ağladı. Sarıldık birbirimize, birlikte ağladık… Üzülme, dedi babam. Ben yoksam annen var dedi. Bok var!!! dedim. Sen öyle san! diye bağırdım ona. Ne babam bana ne ben ona, sesimizi yükseltmezdik hiç… Daha çok ağladım.
Tekrarını seyrettiğim maç da bitti, maviler kazandı. Ben yine ağladım, belki sevinçten. Ağlaya ağlaya, aç açına… Uyumuşum…
¨¨¨¨
Yorumlar
Yorum Gönder