Liseden Üniversiteye 106 ~ o günden sonra…


Liseden Üniversiteye 106



~~~ o günden sonra… ~~~



Dünyanın bugüne kadar sahip olduğu en kutsal
ve en güçlü şey kanlı bıçağımızın altında can verdi.
Bizi bu kandan kim temizleyecek?
Hangi su, bu kanı temizleyebilir?
Bu suçun cezasını nasıl ödeyeceğiz?
Hangi kutsal oyunu icat etmek zorunda kalacağız?
Bu eylemin büyüklüğü bizim için fazla büyük.
Yalnızca ona layıkmışız gibi görünmek için,
bizim Tanrı olmamız gerekmez mi?

Nietzsche


Ambulans, cayır cayır öten sirenlerini çınlatırken kulaklarımızda ve mavi-beyaz ışıklar flaş gibi patlarken üzerimize… Ömer’i sedyeye koyup yine aynı seslerle, hızlıca uçup gittiler. Biz öylece kararmaya başlayan havayı aydınlatan ışıklara baka kaldık arkalarından.

Uzaklaşınca, sesler duyulmaz, ışık görünmez oldu. Bundan sonrası sadece karanlık ve sessizlik oldu. Sessizliğin çığlığını, martılar tamamladı. Bir Bostancı, bir Kadıköy yönüne uçup durdular, çığlık çığlığa. Arkadaşlarını çağırdılar. 

Çoğaldıkça çoğaldılar. Üstümüzde uçup, döne döne resmigeçit yaptılar adeta. Ölen bir kuşa ağıt için. Ben göğe bakıp seyrederken bu erken töreni… Gözyaşlarımla sırılsıklam suratıma, arı sular damladı. Benim gözyaşlarım mı, martılar mı ağlıyor, yağmur mu yağdırıyor Tanrı?.. 

Bilemedim. Gözümüz yollarda kalmıştı. Günlerdir kendimiz için beklediğimiz polisler de sonunda meş’um olayın üstüne damladılar. İfadeler mifadeler. Hepsi boş şeyler. Ömer’in babası anlatmış herşeyi. 

İtiraf etmiş suçunu. Etse ne olacak? Ömer gitti ya. Tek çocukmuş Ömer. Hepimiz gibi. Kabil, kardeşi Habil’i öldürdü ya. O günden beri hepimiz tek çocuğuz. Neden öldürdü Kabil kardeşini dersiniz? 

Bir gün, Kabil ve Habil armağanlarını sunarlarlar Tanrı’ya. Habil’in armağanını beğenirken Kabil’inkini beğenip almamış Tanrı. Kabil kardeşini kıskanmış. Bu kıskançlık, yıkıcı ve ölümüne olmuş.

Kardeşini öldürmüş. Tanrı bununla da yetinmemiş. Cezalandırmak yerine, diğer insanlar da Kabil’i öldürmesinler diye ona bir de nişan vermiş. Ama tabi Tanrı’nın ne yaptığına akıl sır ermez. Bizim aklımız hele, hiç.

Biz sadece olayları görebiliriz. Arkasındaki sır O’nda mündemiç. Aklımız erse herşeye, biz de Tanrı olurduk. Sözün özü, ilk cinayet, bir kardeş katli. Adem’in ilk çocuklarından biri, diğerini öldürünce; sonsuza kadar yalnız kaldık hepimiz. 

Bir abi, bir kardeş bulabilsek tekrar… O günden sonra, Kabil, bırakıp gitmiş herşeyi. Bir anne, bir baba… Bulabilsek tekrar keşke… Bir aşık maşukunu bulabilse hele… Sarılsak bırakmasak. Hayattan bize kalan tek gerçek, bu eksikliğimiz değil mi? 

Bizi tamamlayabilecek en hakiki tek şey belki, bir çocuğumuzun olması. Ama tam, oldu, derken biz. Sonra, o da kardeşsiz kalır. Anasız babasız terkedip gider bizi. Yine herkes yapayalnız… Yine sadece Tanrı… O kalır sığınabileceğimiz.


Ömer’in annesi cenazede, Mert’e sarılıp öyle ağlamış ki…. Sen de benim oğlumsun. Çünkü Ömer kokuyorsun, demiş. Yaşadığı acıyı hangi koku dindirebilir? Keşke ben de Ömer’in önüne atlasaydım. 

O hain kurşun benim canımı alsaydı. Çünkü razı değilim ben bu hayattan. Evet şimdiye kadar açıkça söyleyemedim. Kendime bile itiraf edemiyorum. Ömer öldü!!! Ambulansa bindirdiklerinde çoktan ölmüş zaten.

Masumiyet yok artık benim için dünyada. Hayatımda hiç cenazeye gitmedim. Ota boka ağlayan manyak bir çocuk olduğumdan herhalde, annem uzak tuttu beni oralardan. Ömer’in cenazesine de gidemedim… 

Gitseydim eğer… Mezara onunla birlikte yatardım. Ona sarılırdım sıkı sıkı. Sen çok güzelsin, ölemezsin, derdim. Öleceksen birlikte ölelim, derdim. Sarılalım birbirimize, derdim. Sarılmak sevdiğin birine… Beşeri insan yapar, derdim. 

Bütün dertlerden tasalardan ari kılar, derdim. Senin artık derdin tasan kalmadı ama değil mi? Baban sana hiç sarılmadı mı? Diye sorardım ona. Ne çirkin baban var, derdim. Şimdi o güzel oğlu yok ya. Öldü o artık.

Ama sen yaşıyorsun, derdim. Güzellik ölmez, o sonsuzlukta ölümsüzdür. O içimizdeki tek umuttur. Gelecek güzel oğullardır, kızlardır… Hayat, güzellikleri neden alıyor bizden? Ömer yokken, çirkin herkes artık… 

Ben de çirkinim, bakamıyorum aynalara. O günden sonra, kimseyi istemedim yanımda. İçimden de olsa bağırdım herkese. Küfür ettim. Uzaklaştırdım benden. Kendim olabilecek miyim tekrar bilemedim.

Yalnız kalmak istedim. Acı çekmek istedim. O acılar içinde ölmek istedim. Duvarlar ördüm çevreme. Çin seddi inşa ettim kimse giremesin içime diye. Bana söylenenleri duymadım. Konuşmadım da kimseyle. 

Kafede kalmaya devam ettim. Suç mahallinde kaldım bir başıma. Raskolnikov ben miyim bu romanda. O günden sonra, Mert hiç gelmedi bir daha kafeye. Birkaç defa aradı. Açamadım telefonu. Ne diyecektim açsam? 

Kucağında öldü kınalı kuzusu. Hem de onun için. Birşey yapamadı. Birşey yapamamak öldürür Mert’i. Ben ölen Mertime kıyamam. Bakamam yüzüne. Duyamam sesini. Buğra’nın telefonlarını da açmadım. Okulda zorunlu gördüm onu. 


Ama gördüm sadece. Yokmuş gibi ondan uzaklara baktım, benimle konuşmaya çalışırken. Ben kaçtım o kovaladı. Derslerde hep yanımda oturdu. Teneffüslerde dışarı çıkmadım, o da. Ben hep sustukça, bazen o ağladı sarılıp bana. 

Boymuma aktı gözyaşları sıcak sıcak. O günden sonra, ben hiç ağlayamadım. Kurudu gözlerim. Acıdı, yandı sadece. Dersler bitince doğruca kafeye, odama gittim. Kilitledim kapısını. Hafta sonları bile çıkmadım hapishanemden. 

Sadece pencereyi açıp denizin kokusunu doldurdum içime. Seyrettim o mavi sonsuz güzelliği. Bazen açlıktan ölmeye yakın Peter’in yalvarmalarına dayanamayıp açtım kapıyı. Getirdiği yemekten iki lokma yiyince doyuyorum. 

Sonra midem bulanmaya başlıyor. Bırakıyorum çoğunu. Tek önemsediğim şey dersler. Çalışıyorum deli gibi. Mert’in dersleri nasıl onu merak ediyorum. İyi olsa diye dua ediyorum. Hep ona dua ediyorum, kendi de iyi olsun diye. 

Bazen bencillik edip bitirsek okulu birlikte, çekip gitsek buralardan diye dua ediyorum. Bazen de Mert, ben, Buğra ve tabi Ömer dördümüzü Londra’da birlikte yaşarken görüyorum. Ancak rüyalarımda tabi. 

Cihan olmuyor o rüyalarda. Bir film izlemeye kalksam, bitiremiyorum. Çünkü filmde hoşuma giden güzel bir çocuk görsem, Ömer oluyor o hemen. Küfür edip kapatıyorum filmi. Bilgisayarı çarpasım geliyor duvarlara. 

~~~

O günden sonra, bir ay dolarken hapislik ve tecrit hayatımda, uyandım bir Cumartesi sabahına. Kışa girdi İstanbul. Sıcak odada, üşüyorum yapayalnız yatakta. Ne güzelmiş kucak kucağa sevdiğin biriyle uyanmak sıcacık, hatırladım tadını.


Ama ben hak etmiyorum bu tatları artık. Ne beyaz kurdum Mert’i… Ne siyah kuzum Buğra’yı. Ne de kendi bembeyaz, gözleri maviş… Zaten kedim yok ki artık. Alıp sevemeden, ölüsünü verdiler kucağıma, minnoşumun.

Öğlen olduğunda yemek getirdi Peter. Bu defa açtım kapıyı hemen. Tepsideki instagram büyüsü gözlerimin de büyümesine neden oldu. Daha hâlâ tanışamadığım anneciği benim için mantı bükmüş sabahtan. 

Öyle dedi Peter. Peter, pişirip, üzerine sos, yoğurt filân döküp hazırlamış hamaratça. Bırakıp gidince tepsiyi, nasıl daldım. Dibi bulamadım ama çoğunu yedim. Çok lezzetliydi. Akşam uğramadı artık Peter. Tek öğün ancak yiyebildiğimi bildiği için. 

Ama hep eve gitmeden önce olduğu gibi, gece uğradı yine kafeyi kapadıktan sonra. Kapıyı tıklatıp, bir şey ister misin, dedi. Kapıya yaklaştırıp dudaklarımı, öptüm onu ve sabrını. Biliyorsun, dedim kapıyı açmadan, ne soruyorsun? 

Sinirlendi, kapıya sanırım avuç içiyle vurdu. Bu tokat iyi geldi bana. Sonunda Peter’in sabrını taşırmayı da başardım ya, aferim bana. Biraz sonra, tekrar kapı tıkladı. Bıraktım kapının önüne, dedi. Annem de aramıyor hiç. Aramasın zaten. 

Ne konuşucam onunla bilemiyorum artık. Açtım kapıyı. Uçmuş Peter. Yerine bir şişe Jim Beam bırakmış. Hem de black etiket. Akıllı cinim benim. Bardak alıp doldurdum, biraz da su, gönderdim içime. Şişeyle bardağa sarılıp yattım yatağa. Kitabımı okumaya devam etttim.


Kadın doğum uzmanı bir arkadaşınıza, uzun zamandır torun bekleyen tanıdığınız bir ailenin biricik oğlunun hamile eşini gebelik takibi için gönderirsiniz. Her şey yolunda gitmektedir. Ultrason sonuçları, kan tetkikleri… Üstelik bebek, oğlan gözüküyor!

Doğum günü gelir. Ultrasonda herşeyi normal gözüken bebeğin bir bacağı dizinden, diğeri ise kalçasından itibaren yoktur. Doğumsal anomali yani. Aile sakat çocuğunu kucağına alır, gider. Bir kaç gün sonra da anne ve baba kucaklarında “Emre” bebekle sizi ziyarete gelir. Hiçbir şey konuşulmaz. Anne çocuğu emzirmek için yan odaya geçtiğinde baba yerinden kalkarak sarılır boynunuza, birlikte sessizce ağlarsınız. 

Ona kendi hikâyenizi anlatırsınız. Eşiniz hamile kaldığında meslektaşlarınız dördüncü aydaki, ultrason tetkikine göre mutlaka kürtaj yapılmasını söylemişlerdir. O gün eşinizle birbirinize ağlayarak sarılmış ve ne olursa olsun çocuğunuzun doğumunu beklemeye karar vermişsinizdir. Beş ay sonra delici bakışlarıyla “Poyraz” sapasağlam kucağınızdadır. “Emre” için eksik kalan söz, “Poyraz” için gereksizce söylenmiştir.


Okuduğum bu bölüm çıldırttı beni. Bağırmaya başladım küfürler savurarak en ağırından. Avazım çıktığı kadar. Hepsi Ömer’in babasına. Sesim kısılınca, duvarları yumrukladım. Onlar da kanayınca, durdum. Neyse ki kafe kapalı. 

Ama apartmandan kesin duymuşlardır. Sabri abiye şikayet etmeseler bari. O günden sonra, ruh gibi. Bazen geliyor bazen gelmiyor kafeye. Bütün yük Peter’in üstünde. Girip çıkarken hep onu görüyorum kasada, mutfakta, her yerde. 

Çocuk okula bile gidemiyor doğru dürüst. Bizim yüzümüzden her şey. Kanamayan yeri kalmadı vücudumun bu güne kadar. İlk defa yumruklarım kanadı, vurmaktan duvarlara. Biraz sonra kapım tıkladı.

Dondum kaldım. Bu saatte, ne bu? Ben cevap vermeyince, açmaya çalıştı kapıyı. Kilitli olduğunu anlayınca, daha hızla vurmaya başladı kapıya. Anasını kim la bu. Korkarak kapıya dayadım kulağımı. 

Sonra bunu niye yaptığımı anlayamadım. Mert mi geldi acaba? Alırım onun kokusunu ama kapıların bacaların ardından bile. Mert diil. Kim o, dedim korkarak. Benim, dedi. Ohh… Sabri abiymiş. Açtım kapıyı hemen.

“ Bir şey mi oldu Can”

“ Yok iyiyim abi”

“ O bağırtıları duyunca korktum… Kusura bakma rahatsız ettim seni”

“ Yok abi, kitap okuyordum da. Ercan Kesal’ın Peri gazozu delirtti beni birden”

“ İnsan olan delirir bazen”

Adama bak ya. Beş kuruş istemeden beni konuk ediyor. Yedirip içiriyor. Ben delirip bağırıyorum gecenin bir yarısı. Oraları buraları yumrukluyorum. O gelip, insan olan delirir bazen, diyor. Bir de özür diliyor. Gözleri kızarmış gibi. İçmiş sanırım epey. 

“ Abi ne yapıyorsun sen bu saatte kafede?”

“ Gidemedim eve. Kucağıma alınca kendi çocumu, bir tuhaf oluyor içim. Sımsıkı sarılıp ona, öylece kalıyorum. Evde içki içmem ben hiç. Köylüyüz, hanım izin vermez. Mert’te yok ortalarda. Arayamıyorum, ne diyeceğimi bilemediğimden. O da aynı durumda sanırım. Kaldım kapanınca kafe, içmek için”

“ Oturucaksan daha, geliyim istersen aşağıya abi. Yarın pazar nasılsa”

“ Gel be koçum. Çıldırıcam kendi kendime konuşmaktan”

Bu adam da bana koçum moçum demiyor mu. Gülesim geliyor. Ama bir taraftan da, beni öyle görüyor olması gururlandırıyor. Kuzguna yavrusu şahin görünür, misali bakıyor zahir bana. Kendi babamın bakamadığı gibi.

Montumu alıp indim aşağıya. Neyse içerde oturmuş Sabri abi. Gece dışarısı buz gibi. Bahçeyi gören ön masalardan birini mesken tutmuş. Ömer’in öldüğü masanın durduğu yeri görüyoruz. O masanın durduğu yerde, o masa yok artık.

Martılar gidince paramparça etti Sabri abi. Kocaman bir saksı var artık orda. İçinde gonca beyaz güller açtı. Sokak lambası sarı aydınlatmış bizim sokağı. Ağaçlar dökmeye başlamış sarı yapraklarını. Manzara haketmediğimiz kadar güzel. Biraz içip biz de güzelleşelim.

“ Can sana da gel dedim ama saat geç oldu. Yarına ders çalışacaksındır, istediğin zaman kalk olur mu?”

“ Dersim yok abi ne yazık. Hiç dersim yok. O kadar çok çalıştım ki doğduğumdan beri. Kalmadı hiçbir şey. Okumadığım kitapları bile tahminen okudum bitti”

“ Hasan’ın okulunun içine ettik. Çocuk ayrılamıyor dükkândan benim yüzümden. Ama bu gün sondu, yarından itibaren burdayım hep. Okuyan adamın arkasındayım hep. Herşeyimle. Hasan bizden güçlüymüş. Baksana gıkı çıkmıyor çocuğun”

“ Abi o Peter Pan. Uçar gider, her istediğini yapar. Onu ve tabi seni de tanıdığım için çok şanslıyım. Ben de yardım ederim size kafede istersen”

“ Yok koçum sen okuluna bak. Hasan söylediydi, zormuş okulun ama sen okul birincisiymişsin. Senin çalışman yeter bizi gururlandırmaya”

Baktım masada rakı şişesi ve bardaklardan başka birşey yok. Öylece içiyor rakıyı birşey olmadan yanında. Oysa, rakı birşey olmadan içilmez, ama çok şeyle de içilmez demişti, daha önce. İzin isteyip kalktım, mutfağa gittim. 

Şaşkın baktı arkamdan. Bir tabağa buzdolabında duran suda bekletilmiş bademlerden koydum, üstüne de buz. Kendime de rakı ve su bardağı aldım. Sabri abinin önüne koydum badem tabağını. Kendi önüme de bardakları. 

Hoşuna gitti, önce badem tabağına sonra da bana bakıp gülümsedi. Önümdeki boş bardakları görünce. Anladı rakı istediğimi. Şişeye uzandı, ben de uzandım. Koskoca adam benim rakımı doldurucak, utandım.

Alırım abi ben kendim”

“ Sen meze getirdin ya masamıza, bu yeter. Garson benim. İzin ver. Severim hizmet etmeyi, Yusuf gibi adamlara”

Ben koptum. Yusuf gibi adam! O ben miyim? Gözlerim sulandı. Öff ne biçim insanlarla yaşıyorum ben ya. Hep en uçlarda. Ben zaten ucun ucundayım, uçurumun. Garsonların padişahının koyduğu rakı bardağını kaldırdım hafifçe.

O da kaldırınca, masa hizasına kadar indirip bardağımı, bardağının en dibine yavaşça vurdum. Mert abiden öğrendiklerimiz. Bir yudum aldım. Yandım, üstüne su. Bir de badem. Suratımı ekşittiğimi görünce, benim rakının üstüne su ekledi Sabri abi. 

Kendi ayarınca yapmış rakıyı, bana sert geldi. Herşeyi de hemen anlıyor. Arkamı dönüp denize doğru baktım. Karanlık, uzaktan birşey görünmüyor. Sadece adaların ışıkları pır pır ediyor. Olsun ben hissediyorum denizi. Ağlamamak için konuşmam gerek. 

Ne diyeceğimi bilemedim. Ama günlerdir neler olduğu hakkında Elif’in gönderdiği mesajlar dışında dış dünyayla alâkam yok. Onların da çoğunu; evet, hayır, iyiyim şeklinde tek kelimeyle cevaplıyorum. O nedenle belki içimde büyüyüp duran şeyi konuşmalıyım Sabri abiyle.

“ Abi Ömer benim yüzümden öldü. Nasıl kurtulucam bunun acısından. Ölümü asıl hakedenin ben olduğumu düşünüyorum çokca. Bazen de onun yanına gitmeyi”

“ Çoklukla insanlar kaderleriyle gelirler dünyaya. Çok güçlü olmadıkça da, silemezler bu yazıyı. Ömer öyle bir babayla gelirken dünyaya, kara kaderi çizilmiş ne yazık. Sen ve Mert ona ancak mutluluk yaşatmışsınızdır. Hepsi o. Çok ilkel gibi gelebilir bunlar sana. Ama böyle düşünmezsek bazen, dayanamayız bu dünyaya”

“ Bu kaderi kim çiziyor abi”

“ En çok kendimiz her halde”

“ Ömer kendi kaderini mi çizdi yani. Masum bir çocuk neden ölsün?”

“ Onunkini babası çizdi. Ama en çok da kendi kaderini çizdi. Eminim şu anda Ömer’den daha çok ölüdür o adam”

Paralel evrenlerde uçuyoruz. Rakı sofrasının sihri olsa gerek, düşüncelerimi konuşmadan ona aktardım. Aynı şeyleri düşünüyoruz Ömer’in babasıyla ilgili. Viskinin üstüne rakı iyi geldi. Geçici ve sahte de olsa bir küçük neşe doğdu içimde. Gerekli, gereksiz konuşmak istiyorum.

“ Abi, neden oluyor bütün bunlar”

“ İnsan kendini gerçekten sevmeyi beceremiyor bir türlü”

“ Neden, neden ama?”

“ Gerçek kendimizle tanışmaya, yüzleşmeye korkuyoruz. Hak etmediğimizi düşünüyoruz. Ya da en berbatı, herşey bizim olsun istiyoruz. Ortada durmayı bir becerebilsek”

O da karanlık denize baktı. Ben beyaz gonca güllere baktım. Büyükçe bir yudum aldı rakısından, ben de. Tekrar su koydum boşalan yere. Bu sohbeti sarhoşlukla bozmamam gerek. Bana baktı gülümsedi. Sanırım Mert olmayınca, o da günlerdir kimseyle konuşamıyor. 

“ Ya da” dedi… “Sarılabilsek birbirimize. İçimizdeki kin, nefret, hırs ne varsa yıkıcı; yapıcı sevgi olur. O zaman belki kendimizle de barışırız, sevgi daha da büyür”

Gözleri buğulandı. Ben utanmasın diye masaya baktım. Kolunun içiyle hızlıca sildi gözlerini. Ben de gözlerinin içine bakıp gülümsedim ona. O günden beri, buz gibi olan kalbim biraz olsun ısındı. 

Kalkıp sarıldım, öptüm Sabri abiyi. Yine sakalları battı yüzüme. Önce sımsıkı sarıldı bana. Sonra utandı sanırım, bıraktı beni, gözlerini yere eğdi. Oturdum yerime ona gülümseyerek bakmaya devam ettiğimi görünce tekrardan o da güldü. 

Sarılmanın gücünü bilir misin Olrick. Kucaklaşmanın. Bir beden olmak gibi. Vücut kokularının kokteylini. Kemiklerin kemiklere değmesi, nasıl bir duygudur bilir misin? Boynun boyna değmesi ne güzeldir bilir misin?

Gece bile olsa güneşin üstüne yağmasını istemez misin? Sımsıcak. Sarılmak böyle birşeydir işte. Temizler dünyayı. İnsanı içindeki pisliklerden arındırır. Sarılabilseydi babası Ömer’e… O pislikleri içinde boka batıp ölmezdi.

Evet tekraren söylüyorum. Öldü o artık. Bir bok çukurunda boğuluyor… Ömer tertemiz toprak ananın koynunda, süt kokularıyla yatarken… Gözleri halâ mavi ve hep mavi kalıcak. Deniz gibi…

≈≈≈

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Liseden Üniversiteye 2 ~ ilk

Sarı Şey 3 ~ bunun intikamını alacam ama

Sarı Şey 17 ~ sorun değil iyi eğlenceler