Liseden Üniversiteye 118 ~ aksa kanım aşk kaybından ölsem


Liseden Üniversiteye 118



~~~ aksa kanım aşk kaybından ölsem ~~~



Erikhtonios'tan Tros doğdu, Troya'lıların kralı.
Kusursuz üç oğlu oldu Tros'un da:
İlos, Assarakos, tanrılara denk Ganymedes.
En güzeliydi Ganymedes ölümlü insanların,
Tanrılar kaçırdı onu Olympos'a
Zeus'a şarap sunan olsun diye,
Dediler güzelliğiyle yaşasın tanrılar arasında.
~ Homeros



Viskiyi tekrar devirdim verdiği cesarete binaen konuşmalıyım. Ama ne diyeceğimi bilemiyorum. Bildiğim Mert bana oturtmadan, artık birşeylerin yerlerine oturması gerektiği,. Hatta her bir şeylerin. Ben de Mert’in kucağına… 

Tewbee, ne alâka. Bu kadar belirsizlik ve tehlikeyi karşılamaktan bitap düştüm. İstanbul’da başlayan maceramız Londra’da bitmemeli. Aşık olduğum kentte aşkımı diri diri gömemem. Diri mi acaba? Canlı kalmalı hatta burda yaşamalıyız sonsuza dek. 

Sonsuzluk insan için değil elbet. Tek kesin gerçeğimiz ölüm. Ama aşıkların birlikte yaşamaları ölüme kadar en azından, bir nevi sonsuzluk değil midir? Bundan fazlası biz ölümlüler için rüya ancak Tanrılar yaşar sonsuzluğu. 

Hep dediğim gibi tanrım Zeus’um Mert benim… Ben de onun Ganymedes’i. De acaba Buğra kim tanrılar dünyasında. Adonis olabilir mi? Olabilir zira Zeus, Adonis'e yılın bir kısmını Afrodit'in yanında, geri kalan kısmını ise yer altı ölüler dünyasında geçirmesi için izin vermişti 

Adonis saklandığı yer altı dünyasından çıktığı zaman güzel günlere başlıyor, çiçekler açıyor, ilkbahara geçiliyordu. Onun hayatı tıpkı çiçekler gibi eşsiz güzellikte ama kısa sürüyordu. Çünkü Adonis açılıp güldüğü, gençliğin en güzel ve parlak çağına ulaştığı gün ölüyordu. 

Yani Buğra ölecek mi? Zeus neden onun yaşamasına izin vermiyor. Oysa Olympos dağı üçümüze yeter de artar bile. Üçümüzün de popoları ufacık nereye olsa sığdırırız. Ama sonuçta ekşisözlükte Ganymedes’i aratın ilk karşınıza çıkan entrylerden biri dünyanin ilk götvereni ve ibnesi olarak bilinir.

E bunu koskoca tanrı Zeus’un bilmemesi düşünülemez. Üstelik Tanrıları birbirine düşürmekle de ünlüyüm. Bunlardan dolayı Zeus’un beni rahat bırakması düşünülemez, düşünülmesi teklif dâhi edilemez kısacası tepemden inmez.

Eski Yunan tanrıları yardım edecekseniz edin yoksa çıkın aradan. Ölümlüler arası bir kriz anındayız. Mert’in oğlanın dediği Adonis Buğra’yla ilgili sorusunu unutması için biraz daha bekledim ve dile geldim.

“ Mert n’olur biraz dışarı çıkart beni daha bir yeri göremedim Londra’da”

Cevap vermedi. Daha cezamız bitmedi. Asıl öğrenmek istediği İstanbul’dayken aldığı kararın ne aşamada olduğu. Yani benim idam fermanım infaz edilecek mi? Ateşlerde yakılmam demek olan, ya Buğra ya Mert kararını vermem gerektiği. 

Mert’ten ayrılamayacağıma göre kara kuzumu, kuyudaki Yusuf kadar masum erkek güzelimi ve son olarak dünyaya baharı getiren ve güzelleştiren Adonis’imi kurban etmek zorunda mıyım? Mert’e kalırsa öyle. Ama ben sonuna kadar ve ölene kadar savaşmakta kararlıyım.

Kara kuzum bensiz yaşayamaz ki. Benim için de iki tanrımdan birinin yokluğu ölüm değil mi ki. Mert cevap vermemekte kararlı. Neyse, siktir git, demediğine şükür yine de. Ben yine yarı ağlak yarı yalaka gözlerimle memişlerine bakmamaya özen göstererek Gökçe’ye bakıyorum.

“ Hadi be Mert gel şu piçkurusunu alıp gezdirelim biraz eğleniriz”

Piçtik şimdi de piçkurusu olduk. Terbiyesiz karı. Ayrıca ben Mert için özel görevle bizi buraya yollayan Kaptan Babanın dediği gib, ne olacaksa olsun bakalım düğümünü çözmek istiyorum, seni eğlendirmek değil kancık Gökçe. 

“ İyi ya çıkalım bakalım”

Gökçe hazırlanmak daha doğrusu giyinmek için içeri gitti. Malumunuz evde Havva anamız gibi geziyor. Ben de fırsattan istifade Mert’in kulağına, sadece ikimiz lütfen, dedim. Bizle gelmek için hazırlanan Gökçe’ye antrede Mert bir çene kaldırma hareketi çekti.

Sen gelmiyorsun, demek oluyor bu. Bu durumda Gökçe kuyruğunu kıstırıp antreden salona döndü. Bunlar tam karı koca ya da abi kardeş olmuş. Ya da hep öylelermiş. Oraların ayrıntılarını biz bilemeyoruz tabe.

Son sözü koca ya da abey söyler tabe, hele o Mert’se. Çıktık, aşkım ve ben kutsal London toprağına birlikte ilk defa ayak bastık. Hem de mahalle Kensington en lüksünden. Yere eğilip öpesim var. Sokakları değil ya la o kadar değil Zeus’umun ayaklarını. 

Ne bu ayaklar demeyin mutluyum lan işte. Buranın havası bir başka havaya sokuyor insanı. Kensinton Hyde Park’ın batısına komşu. Bir kapı bulup parka akıyore. Yürüyoruz ayda yürür gibi uçaraktan ama konuşmuyoruz. 

Marble Arch’ı ve Oxford Street’i merak ettiğimi söyledim Mert’e. O zaman kuzeye doğru yürümeliymişiz. Yürüyelim arkadaşlar. Bu rüya değil gerçekten Mert’le Londra’dayız. Üstelik Buğra’da burda komşu mahalle Chelsea’de, babasının yanında sanırım. 

Ama bize katılmasına izin yok. Çünkü Zeus cezalandırdı o şimdi ölüler diyarında ilkbahar gelince katılacak bize. Yürürken birden üstümüzden mayolu bir çocuk geçti. Ben şaşırdım, o da bizim gibi uçuyor mu ne? 

Üstümüze mi düşücek diye korkuyla kollarımı başımın üstüne kaldırdım insiyaki olaraktan. Mert korktuğumda ve canımın yandığında hep olduğu gibi güldü. Rüya görüyorum sandım. Çocuk çok tatlı bir güzellik zahir.


“ Üstümüzde ki köprüden geçti çocuk korkma. Köprüyü yeşillikler sardığından göremedin. İngiliz parklarının sürprizleri. İki yanımız kulüp havuz kısmından çıkmış çocuk diğer tarafa geçiyordu”

“ Ay girelim mi içeri”

“ Ne o gözün mü kaldı çocukta”

“ Benim gözüm götüm neyim varsa sen de kaldı”

“ Buğra’ya ne kaldı”

Ne kaldı? Kalp ağrım mı demeli kalbim mi? Kalbimi sökseler yerinden ben de kurtulsam artık. Aksa kanım aşk kaybından ölsem. Ben çileden dünya da bir ibneden kurtulsa. Çünkü, biz dünyanın ortalama hâllerine iyi gelmiyoruz pek. 

Uçlardayız ortalarda olanların katlanamayacakları onlar için acı gerçekleri sokuyoruz götlerine sanırsam. Gözlerine diycektim sorry. Marble Arch’ın oradan çıktık parktan. Oxford Street’e daldık. Mert ara sokakları daha güzeldir, dedi. 

Oralara saptık. Karşımıza ilk çıkan bir İngiliz pub oldu. Sonradan öğrendim ki bu sevimli şeyler zaten İngiltere’de hep karşına çıkıverirmiş. Allah eksikliklerini göstermesin. Çok şirin sevimlisi ve kendine özgü kutsal mekânlar.

Daldık içeri. Ahşap kaplama heryer. Londra’da ki her yer gibi tarih kokuyor. Ama şu an bizim esas ihtiyacımız olan şey alcohol kokusu. Kokuyu çektim içime ve bir masa işaret etti sahip ben de oturdum. Bara gitti, buralar böleymiş kendi servisini kendin yapıon, selvus servisus. 

İki tane bira ve viski shot kapıp geldi karşıma oturdu. Yanıma oturur diye umuyordum. Gözlerini dikti bana bakıyor. Bu kutlu şehirde bu mutlu anda neden bu sinirli soran gözler. Beklediğin cevap ben de yok koçusu. Önce biradan bir yudum alıp vurdum shotı.

“ Yavaş iç”

“ Tamam özür dilerim. Şeyy, yanına gelebilir miyim?”

Cevap vermedi. Öylece bakmaya devam ediyor. Ben de insiyatif alınması gerektiğini düşünerek önde bastım cevabını beklemeden yanına geçtim. Popomu poposuna dayadım. Uzanıp dudağına bir buse yapıştırdım, hafiften ama.

Londra’da public mekânda olmanın nimetlerinden faydalanmalı değil mi? Nitekim karşımızdaki masada oturan iki kız gülümseyerek bize baktı. Ben de işaret ve orta parmağımı dudağıma götürüp öperekten onlara yolladım.

İkisi de avuçlarının içini açıp öpücüğümü havada kaptılar. Ve kalplerine götürüp mühürlediler. Sonunda Mert alaycı değil de gerçekten güldü. Soytarısı efendisini güldürdü ya daha ne ister ki. Hiç, onun hakettiği bu kadar.

“ Kızlar bayılıyo dudaklarına. Gökçe’yi yaparken de öptün mü onu?”

Hayır sadece yaptım. Ama o öptü beni. Bense sadece görevimi yerine getrdim hepsi bu. Senin yaptığın gibi yapamadım tabi. Ben de lüfer yok ne yazık. Ama çinekopla bile iki tava attırdım ona. Az mı? 

Bu arada sen onu yaptın mı hiç? Yoksa o zamanlar bebe olduğun için oynaştınız mı sadece. Esas önemlisi şimdi yapıon mu? Deli gibi merak ediyorum. Seninle ilgili herşeyi olduğu gibi. Ama sen hep kapalı kutu.

Buğra’nın gonca gülüne girdiğimde onu gerçekten öpüyorum ha bilesin. Hatta o da dilini boğazıma kadar sokuyor. Altın çubuğunu aldığımda da… Kafasını buğazıma değdiriyor. Denemelisin, yani sen yapmazsın öle şeyler ama kuzuya bi ayrıcalık tanısan çok tatlı. 

Gökçe’yi öpme sorusuna cevap vermedim. Hiç bir sorusuna cevap vermiyorum çıldırıyor. Başımı önüme eğdim utanmış gibi. Aslında utandığım filân yok. Geçti o devirler. Azgınlığımdan da utanmıyorum aşklarımdan da.

Var mı lan? Varmış. Çenemi hafif sıkaraktan ve canımı acıtaraktan kafamı kaldırdı. Gözlerimi yumdum sıkıca. Bıraktı çenemi. Biradan bu defa büyük bir yudum alıp boş shot bardağıma işaret parmağımla hafifçe dokundum.

“ Yok yeter sana evde de içtin”

“ Bi tanecik daha n’olur”

İçtik birer tane daha sarıldım beline ve başımı omzuna dayadım. Kokusu gözlerimin dolmasına neden oldu her nedense. Yüzümü kaldırıp ona baktım. Beni seyrediyormuş. Ayy çok mutlu oldum. Dudaklarımı yavaşça ona doğru uzattım. İnce bir öpücük attı. Ben de tuttum içime soktum.

“ Mert ne zaman dönücez İstanbul’a”

“ Hep soru soruyorsun ama sorulan hiç bir soruya cevap vermiyorsun”

“ Ne sordun aşkım”

Enseme kimseye çaktırmadan bir tane çaktı. Ama herkes de çaktı durumu. Çünkü neredeyse masaya çarpacaktı yüzüm. Ben senin gibi diilim koçum tüy gibiyim üflesen uçarım. London pub dayağımız da yedik. Biraz gözümden yaş geldi.

“ Buğra’yı diyorsun değil mi?”

Sadece delici bakış yaptı. Gözlerim oyuldu. Kafasını salladı. Evet doğru tahmin beni Buğra’dan ayırmadan bırakmayacak bu işin peşini. Ama benim de Buğra’nın peşini bırakmaya niyetim yok yani. 

“ Mert baştan kabul ettin ne güzel beraberdik üçümüz ne değişti neye kızdın bir kere anlatsan bana. Çözüm buluruz yeminle. Yalvarırım, ölürüm, köpeğin olurum. Kabul etsen Buğra’yı. 1838 Osmanlı-İngiliz Serbest Ticaret Anlaşmasının bir benzerini yapsak hazır Londra’dayken. Serbest ticaret serbest ilişki olsa. Bütün hükümleri sen yazsan, ne istersen o. Biz kanlarımızla imzalasak bu anlaşmayı. Senin uyduların olsak. Dönsek dursak etrafında senin mutluluğun için…”

Gözlerini kapattı elini avuç içini gösterip bana doğru gösterdi. Çok uzattım lâfı sanırım ve ticaret anlaşması çok alâkasız oldu Mert’in anlayamayacağı incelikler babından. Sustum tabi. Kabul et işte. Ne kaybedersin.

Dudağımı büzdüm ve suratımı geri çektim. Bu sana kızdım ama sana karşı hiç bir bok da yapamıyorum demek oluyor. Sensiz hâlim sonbahar anlasana lan. Sen anlamazsın ama empati sıfır. Güzellik yüz. 

Ne yapacam ben senle. Telefonum titriyor cebimde ben de titriyorum korkudan. Anlamasın diye uğraşıyorum ama hisli çocuk götgöte olduğumuzdan anladı. Anlar her boku püsürü. Bir anlamaz ben ne zor durumlardayım. 

Elini uzattı, zorunlu çıkarıp verdim telefonu. Çaktırmadan baktım arayan elbette kuzucuk. Yüzü gerildi yine ne ara bu kadar düşman oldun bu bebeye sen. Telefonu hoperlöre aldı masanın üstünr koydu. 

“ Oğlanın arıyor aç bakalım ne istiyormuş”

KaraKuzU 📞 Can
iyisin değil mi Can

Can 📞 KaraKuzU
iyiyim sen nasılsı  nerdesin

KaraKuzU 📞 Can
babamlayım bizi yemeğe götürmek istiyor buluşalım mı

Ulan ne yemeği yer hepimizi Mert beyaz kurdu. Anladı durumu kuzucuk. Ben rehin olduğumu biliyor ama yine benden vazgeçemiyor her şansı dener hep olduğu gibi. Kızmaz, küsmez ve asla vazgeçmez cevap veremedim tabi o konuştu yine

KaraKuzU 📞 Can
Mert de gelsin olanlara pişman olduğumu söyle ona ve tabii özür dilediğimi de

Ne yumuşacık kuzumun tüyleri sevilmelik, okşanıp öpülmelik. Mert’e baktım, masanın üstünde duran telefona doğru elimi uzattım. Bak sana neler diyor, sen onun üzerine saldırmana rağmen, demek oluyor bu. 

Mert’in gözleri yumuşadı gibi, benimkiler de yaşardı gibi. Hadi be yap bir babalık az bir dakika baban gibi empatik bağışlayıcı oluver. Bu iki bebenin de öyle bir babaya ve bablığa ne çok ihtiyacı var ah bir bilsen.

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Liseden Üniversiteye 2 ~ ilk

Sarı Şey 3 ~ bunun intikamını alacam ama

Sarı Şey 17 ~ sorun değil iyi eğlenceler