Liseden Üniversiteye 120 ~ sadece sen yeter bana yanındayken bile hasretim sana ~ FiNALE


Liseden Üniversiteye 120 




~~~ sadece sen yeter bana yanındayken bile hasretim sana ~~~ FiNALE



bu yüzden hatalarım olduysa özeldir
beni de ben yapan budur çünkü sevmek güzeldir
hiç umurumda olmadı ki ne desem sallamıcan
ben gitmeden farkımı hiç bi zaman anlamıcan
gelinen nokta bu gönlümce yaşıcam
sen de o taş kalbini ömrünce taşıcan

kaktüs - norm ender



Siddartha bir prens malumunuz. Yani babası kral. 29 yıl hiç çıkmamış saraydan. Sonra birgün dışarı çıkıp değişik şeyler yaşamak istemiş. Çilecilere katılmış, sonra onları bırakmış oruca başlamış. Kendime neden eziyet çektireyim ki deyip orucu bırakıp bir orospuya aşık olmuş ve ona para yetiştirebilmek için zengin olmuş. Paranın da bir bok olmadığını görmüş. Sonra bir gün şu an Hindistan sınırlarındaki Bodh-Gaya adlı bir şehirdeki bir ağacın altına çökmüş. Meditasyon yapmış. 7 gün sonunda bu meditasyondan uyandığında o artık Buddha’dır. Ve Siddartha şunu söyler. “Bir olay olduğu anda iyi veya kötü o olayı herşeyiyle olduğu gibi kabul etmek kurtuluştur.” Siddartha mutluluğu kendi içinde aramayı da reddeder. Mutluluğu aramayı tamamen bırakmayı söyler. Örneğin batıda bu felsefeyi anlayan az kişiden biri olan Schopenhauer “Mutluluk içimizde değildir, mutluluk dışımızda da değildir. Mutluluk yoktur” demiştir.

Her neyse, asıl niyetim bir çocukluk hatıramı anlatmaktı, lâf nerelere geldi. Ben on yaşlarında filândım sanırım. . En fırtınalı yıllarım. Fırtınalar hâlâ da dinmiş değil, o ayrı. Ben de evden çıkıp bazı deneyimler yaşamak istedim. Sonra mahalleden de çıkmam gerektiğini düşündüm. Şehrin merkezinden uzaklaştım kırlık bir alana kadar geldim. Yürüdüm durdum, sonunda aradığım gibi büyük bir ağaç buldum. Onu önce hayranlıkla seyrettim, sonra gövdesini elledim, kavramaya çalıştım, olmadı. Çok büyüktü, çok sertti ve çok heybetliydi üstelik çok da güzeldi. O gücü ve büyüklüğü narin yaprakların süslemesi de ayrı bir tersten güzellikti. Amacım Budha olmak mıydı bilmiyorum ama ağacın altına oturdum yorgunlukla. Uyudum mu uyumadım mı bilemiyorum. Belki de sanatçılar gibi uyanıkken bir rüya gördüm. Tam rüya da değil aslında bir düşünce silsilesi gibi şeyler geçti aklımdan. Neden bilmiyorum, kendimi bir kaleci gibi düşündüm. Hep gol yiyen, toptan anlamaz bi futbolcu. O zaman neden sahada ve maçtayım ki ben. Bir de her gelen topa sanki kurtarabilecekmişim gibi heyecanlı bakışlar atmam yok mu… Kendini kaplan sanarak atılan şutlara öyle beceriksizce atlayış zıplayışlar. Ama son hep aynı top filelerde ben yerle yeksan toz toprak içinde. Takım arkadaşlarım diyemiyorum, çünkü arkadaşım filân değiller sadece aynı takımda metazori oynuyoruz. Yedikçe golleri küfür ediyorlar bana. Soyunma odasında da dövüyorlar. Ağız burun kan içinde bir maç daha bitiyor. Önümüzdeki maçlara bakıyoruz hep olduğu gibi. Abi anlamadığım şey şu. Ben neden bu takımdayım. Kendim mi girdim seçmelere. Girdiysem kim, beni niye seçti. Kendim girmediysem, beni niye aldınız takıma amınakoyım…

≈≈≈

Vıcır vıcır kuş sesleri arasında ormanın kokusu pek de güzel olsa… Ben yatağın kenarında bana bakmaya devam eden Buğra’nın çocuk kokusunu içime çekmek istiyorum. Hatta bütün onu içime çekmek istiyorum. 

Onun sadece bana ait olmasını istiyorum. O benim büyük, güçlü ve heybetli ama bir o kadar güzel ve süslü olan; ağacım olsun istiyorum. Çok mu şey istiyorum. Evet istiyorum, çünkü artık kaleci olmak istemiyorum gol de yemek istemiyorum.

“ Gel” 

Diyebildim mi, bilmiyorum çünkü sesim çıktı mı ondan bile emin değilim. Çıktıysa eğer, o da titriyor tüm vücudum gibi. Yanıma yavaşça uzandı. Tam ne istediğimi anlamaya çalışıyor nezaketin zirvesi kuzum. Ne istediğimi ben çok iyi biliyorum. Tamamen hayvanî libidoma teslim vaziyetteyim.

“ Acıkmışsındır sen”

Dedim, zımparanın demire vuranca çıkarttığı bir sesle. Acıkmak şimdi ne alâkaysa. İyice salaklaştım, beşerî ve insanî taraflarım içimde vuruşuyorlar. Buğra anladı sonunda ona yandığımı çıra gibi çatır çutur. Sen anla beni işte n’olur.

Ölüyorum açlıktan ama en iyisi yesem seni”

Oh be, doğru cevap. Ye, ham yap beni, eti senin kemiği senin, her şeyim senin. Ama senin kemik de benim ha, ver ağzıma, köpek gibi ısıra yalaya iliğini çıkarıp doyayım ona. Yapıştım dudaklarına. Dilimi öyle soktum ki, anladı o da uzattı sertleştirip dilini, aldım dudaklarımın arasına… 

Emdim uzun uzun ve yavaşça, denizden tuzlu kendinden ballı dudakları. Mayomu sıyırdım hemen, onunkine de asıldım. O da çıkardı. Havaya fırlattım, kavuniçi mayomu. Onun ki de sarıydı, o da savurdu göklere… 

Birleştiler gökte, gay onur bayrağı oldular. Dalgalanın yavrum rüzgarımızla yavaşça, düşmana karşı. Bayrağın sapı da homofobiklerin götüne girsin… Onların hoşlarına gider la, bize düşmanlıkları bundan ya. Mayoyu sıyırırken şlap diye karnına vurdu altın çubuk. 

Bu daha da mı kalınlaşmış ne, tuzlu su şişirdi heralde. Elime aldım, harika be, yani çok aldım bu güne kadar ama bugün bam başka. Çünkü ilk defa yalnızken yani Mert yokken alıcam onu içime… Teke tek bam bam. Mert bizi böyle görse, yanıyorum…


Evet kesin kararlıyım, o bana takacak ve ben kimseyi takmadan gözlerinin içine bakıp kaybolcam… Altın çubuğu tutan elim titriyor yetmiyor, hâlâ bütün vücudumda ara sıra sürüyor deprem. Şimdi size en azından benim için geçerli teorik bir bilgi. 

Böyle hamsi gibi titrediğimde, seksten alacağım zevkin ziyadesiyle artacağına delâlettir. Pasif kalsam bile gelmeyi becerirsem hele ellemeden hiç, müthiş tarifsiz zevk topları fırlar, zıp zıp benden dünyaya. 

Orgazm sonrası bile vücudumun orasında burasında sürer zelzeleler, bir süre daha tatlı tatlı. Eğildim önüne, önce öptüm sünnet derisini çekiştirerek… Başını saygıyla, başıma da mı koysaydım acaba? Dudaklarımın arasına alınca, dilim deniz suyu tuzunun tadına vardı. 

Altın çubuk zevkle ilk maharetini gösterip ön sıvısını saldı ağzıma. O da tuzlu bu kokteyli tatmanız gerek en lezzetlinin de fevkinde… Ağzımın içinde tuttum bu tadı. Şimdi kokteyli yeni bir renkle zevklendirme zamanı. 

Buzdolabına gidip arkadaşım Jim’i ve soğuk suyu getirdim. Bardağa bolca viski az suyu bocaladım. Yarısını vurdum. Yayıldı alkolün rahatlatan râyihası bütün vücuduma. Buğra’ya uzattım bardağı, ister misin manasına.

“ Sadece sen yeter bana hasretim yanındayken bile sana”

Ulan bebe düz yazıyı aştın, şair oldun. Bir yudum daha aldım gaza gelip viskiden, yutmadım ama. Sen içmeyeceksen altın çubuğumla beraber vururuz kadehleri. Sonra o vurur bana. Ağzımdayken viski, başını aldım, emdirdim. Yandı tabi hassas glans. 

Hoşuna gitti, demir gibi oldu. Yuttum altın tadına karışan viskiyi. Toplarına indim, teker teker ağzımın içine aldım emdim. Hâlinden o kadar memnun ki hem çubuk, mütemmim cüz’ü topları da. Altın çubuk kalp gibi atıyor elimde. 

Buğra’da durmadan harikasın, teşekkürler filân yarı inler yarı konuşur modda. Bir yudum daha viski aldım bu defa o güzelim ufacıcık memişlerine geçtim. Pembiş minicik uçlarını damlata damlata viskiyle besledim. 

Teniyle tatlanan alkolü yalaya yalaya yuttum. Neredeyse bir gündür aç olduğumdan kafam iyi oldu. Azgınlıktan dönen başım iyice fırıl fırıl. Yatağa serildim sere serpe, Buğra üstüme çıkıp ağırlığını verdi, ezildim. Kulağımın içine dilini soktu, bu ne lan ne zevkliymiş bu iş. 

Çevirdikçe çevirdi, kuzu dilini. Beynim gıdıklandı. Sonra kulak mememe, ordan memişlerime, göbeeme, apolloya gelince ittim kafasını aşağıya… İstemiyorum onun uyanmasını, bugün sahaya tek forvet altın çubuk çıkıcak. 

Buğra’nın altta olmaktan hoşlanmadığını, sırf benim hatırım için katlandığını biliyorum. Ben niye yaptım onu, onu da bilmiyorum. Bacaklarımın nerdeyse her noktasını yaladı emdi… Ayağıma inip, öpe öpe yalarken, parmaklarıma geçti. 

Emerken, bacaklarımı kaldırdı. Dilini öyle bir daldırdı ki deliğime. En çok hoşuma giden de toplarımla deliğim arasında ki kadifemsi mevkii… Başını tutup, ağzını oraya odakladım. Anladı, orayı yaladı emdi… Hafifçe ısır, dedim. 

İyice sapıklaştım. Yavaşça emerek ısırmaya başladı. Zevkten çıldıracağım. Apollo inik vaziyette ama ucu giderek hassaslaşıyor, karnımda karıncalar yürüyor sanki. Uzanıp, üstüme çektim onu. Sarıldım bütün vücuduna o da bana, bir olduk. 

Sürtünerek birbirimize öpüştük uzunca süre. Altın çubuk apollonun üstünde onu öyle tatlı tuşa getirdi ki. Ona yenilmek, ona ezilmek, ona esir olmak, ona tabi olmak… Bundan sonraki hayatım böyle gitse hep onunla. Hiç sıkılmam ha, bütün günler aynı geçse de.

Geçirse artık, vakittir… Hafifçe çektim dudaklarımı. bana baktı şaşkın. Bacaklarımı kaldırdım, popoşumu küçük bir kabak gibi açtım ona. Ama o hâlâ tatlı tatlı gözlerimin içine bakıyor. Dudağımı hafifçe kenara çekip, gözlerimi açtım, ne iş anlamında.

Biz Sabri abiyle Mert’i geçtik konuşmadan anlaşma konusunda. Kaşlarını kaldırdı sorar sorar. Gülümseyip gözlerimi kıstım, dudaklarımı iki yana yaydım ve hafifçe başımı kaldırıp indirdim. Sırıtmaya başladı, kuzuların gülüşü. 

Sonra sevinçle suratımın her yerini yalayıp öptü. Minnetlerini sunuyor bana, anlasanıza. Dirsekleri omuzlarımın iki yanında üstümdeyken, deliğimde bir tank topu hissettim. Hafifçe bastırdı, hemen tükürüğümü buladım elime ve uzanıp deliğime sürdüm.

Bir daha elimi ağzıma götürüp, bir tane tükürük topu da topun başına buladım. Tekrar dayadı ama bana girmesi imkânsız geldi, fiziken yani. Mert’e alıştı başkalarına kapandı mı ne? Biraz daha abandı, canım çok yandı, istemsiz sıyrılıp kaçtım altından. 

Özür dilerim Can…”

Ne oluyor ya şimdi yanarken ben ona, neden bu kadar canım acıdı daha girmeden. Yatırdım onu sırt üstü, bu durumlar için en iyi geçirme pozisyonu geçtim. Atıma atladım, iyi de bu eyer başı neden bu kadar kalın. 

Tekrar bolca tükürükledim deliğimi ve parmağımı soktum içine, sonra ikinciyle gidip geldim üçüncüyü de acımadan soktum. Acırsa acısın, bu kadar zaman yarı yolda bıraktığım Buğra’yı eli sikinde bırakamam artık. 

Başının üstüne oturdum. Ayıra ayıra deliğimi dalmaya başladı içime kobra, hatta bütün bana . Yine canım yandı çok ama aldırmadım… Oturmaya devam ettim, deliğim değil sade, bütün popom ikiye ayrıldı sanki. Ahhh! diye bağırmışım yine istemsiz. 

Elimi arkaya attım, meğer kendimi kaptırıp tam oturmuşum, hepsi içimde. Öylece durdum, acıdan gözlerim kapalı, alt dudağım dişlerimin arasında, suratım ekşi vaziyette. Gözlerimi açınca, Buğra’yı sorar ve güler gözlerle bana bakar buldum. 

Ama mutlu da aynı zamanda. İçimdeki bu gemi direği onun, bu tatlı bebenin, benim bebemin… Hafifçe kalktım, sertçe oturdum, tabi çok acıdı yine. Ve bu hoşuma gitti. Madem inat ediyor göt deliğim, onu acımadan siktirmecem. 

İndim üstünden tekrar yattım sırt üstü. Bacaklarımı açınca Buğra geçti arasına ama tedirgin yine kaçarım diye. Elimi ondan kendime doğru hızlıca ve sinirli  salladım ileri geri. Bu, acıma geçir, demek oluyor. 

Neden konuşmuyorum onu da bilmiyorum. Yavaşça dayadı başını, ben yine kızgınca, poposuna bir şaplak atıp kendime doğru çektim. Anladı sonunda. Başını soktu, bana bakıyor, tekrar elimi salladım kendime doğru hızlıca. 

Artık sabrı taştı sanırım, sertçe soktu hepsini köküne kadar… Dudağımı ısırıp gözlerimi kapadım. Elimle yine aynı hareketi yapınca ben, çıkarıp hepsini tekrar, çaktı bu defa. Ben acıdan gebersem de devam etmesini istediğimden zorla bir OHH! çektim. 

Bacaklarımı iyice kendime doğru toplayınca… Deliğim artık açıldı gonca gül gibi. İyice çıktı üstüme, iyice çakmaya başladı. Ben acı içinde iyice zevk almaya başladım, ellerimi ensesinde birleştirdim, gözlerimi açıp diktim gözlerine…. 

Buydu işte yapmak istediğim. Benteksizhepiniz gelin lan. Suratımın hâlinden olsa gerek, tedirgin oldu. Onu rahatlatmam gerek, zorlukla da olsa gülümsedim zevk aldığımı anladı… Hızlıca vururken kasıklarını popoma, yine de bana sormak istedi tatlı kuzum. 

Can ne yapmamı istiyorsan söyle senin de mutlu olmanı istiyorum”

Ben yine konuşmadım, elimi salladım öyle boşluğa ve gözümün birini kapatıp ağzımı bir kenara yaydım…. Geç bunları, demek oluyor bu da. Ben mutlu olucakmışım. Mutlu filân olmak istemiyorum. 

Hayvan gibi sik beni yeter gerisi teferruat be güzellik. Çıktı içimden, hoyratça belimden tutup kaldırdı ve yatağa vurdu yüzükoyun… Güreşmeyi özlemişim de, ben güreşçi değilim kündeye geliverdim. 

Leğen kemiklerimden tutup kaldırdı belimi, domalttı. Ben de yüzümü gömüp çarşafa sırtımı içe doğru esneterek, popomu iyicene kaldırdım ona… Çok güzel! diye bağırdı… Güzeldir, güzelce yap o zaman… 

Tek hamlede hepsini geçirdi ayı, leğen kemiklerimden de sıkıca tuttuğundan beynim sarsıldı iyice. Hoşuna gitti kemiklerimin çıkık oluşu sanırım bırakmıyor orayı elden… Ve çaktıra çaktıra geçirmeye devam etti. Öyle bir vuruyor ki tutmasa beni yataktan aşağı uçacam.

Epey sonra, içimden çıkmadan kendini yatağa beni de kucağına oturttu. Yüzümü ona doğru döndürdü… Gözleri gözlerimde, benimkiler onunkilerin içinde, o benim içimde, sımsıkı sarıldık birbirimize… Öpüşerek, zıplata zıplata sikti de sikti, beynim uyuştu tatlı tatlı… 

Ne kadar sürdü bu kısım da bilemem ama ben ilk defa lunaparkta atlı karıncaya binen veletler gibi mutluyken, baraj kapaklarımın açılmak üzere olduğunu anladım. Ben biraz geri çekilip oturdum dibine kadar altın çubuğun, deliğimi sıktım iyice tamamen kavradım kalın yaraanı.

Sıkıp sıkıp bırakırken içimdeki kalınlığı zevkten çıldırık inlemeleri yapıyo Buğra ve gelmemek için kendini zor tutuyor. Apolloyu ona doğru saldım. İnik halde olduğundan elimle başını ona doğru kaldırdım. 

Ellemeden hiç, işer gibi öyle bir gelmeye ve gelmeye başladım ki bitmemecesine âdeta… İlk hasat atımı, suratına kadar fışkırttım. Mermilerim gözünü ve dudaklarını vurdu. Sonra göğsüne attırdım ve göbeende bittim. Dudağının kenarındakileri yalayıp yuttu. 

Kalktım kucuşundan, göbeğinden suratına kadar içimden attırdıklarımın hepsini yalayıp ağzımda topladım… Ağzını açtırıp içine tükürdüm. Yapışıp dudaklarına paylaştık doğmamış bebelerimizi. Yatağa sırtüstü attım kendimi. Bu defa iki elimle üstüme gel işareti yaptım. 

Bu sıra sen de demek oluyor. İki dizi omuzlarımın yanında tepeme dikildi, dimdik yaraa ile. Girdi ağzıma, bu defa boğazımı becermeye başladı. Ben artık boğulma noktasında gözlerimden yaşlar akarken, çıkarıp ağzımdan o da ellemeden akmaya başladı şelale gibi. 

Açtım ağzımı dilimi çıkarıp bitene kadar bekledim onun böğürmelerini dinleyerek ağzımı doldurmasını. Doldurdu da harbiden. Ve bitince gelmesi, ağzımdakileri çevire çevire, tadını ala ala yavaşça yuttum. Hâlâ sert başını elimle sıktırarak son damlaları da sağdım ağzıma. 

Öküzler de süt verir. Nefisti, bununla beslenmek istiyorum bundan sonra. Pastacı kreması, hani şu profiterol toplarının içine konulan beyaz şeyden. Buğra’nın dölleri de kremanın ekşi olanından. Kremayı yapan topları da saygı anlamında dilimle okşadıktan sonra…

Buğra da yanıma yıkıldı. Kalkıp viski bardağını doldurdum. Büyük bir yudum vurup. İnip kalkan altın ovası göğsüne vurdum başımı, sardım beliyle içe göçük göbeğini kollarımla. Onun bana duyduğu sevgiyi kalp atışlarında duyuyorum sanki. 

Kimse kimseyi sevmiyor aslında, severse bir tek çocuklar sever. Buğra’da ben de zaten çocuk insanlarız. Sadece çocuk insanların sevebileceğini, Hermann Hesse’nin romanı olan Siddhartha’da okumuştum. Budha bugün bizi aydınlatmaya devam ediyor.


Öylece mutlulukla bebek gibi uyumuşum. Sabaha kadar hem de deliksiz. Deliğimde acıyla, güneşin aydınlığı ve denizle ormanın kokulu esintisi eşliğinde aç ama dipdinç uyandım. Yalnızım koca yatakta. Sikip sikip terk mi etti beni acaba?

“ Can uyan aşkım. Salim amca kahvaltıyı ve çayı getirdi”

Sabah ereksiyonu had safhada hemen tuvalete koştum. Oturarak zor yaptım çişimi, kalkıkken öyle zor ki. Buğra salon mutfak karışımı yerde, kocaman bir sininin içindeki kahvaltılıkları masaya düzmekle meşgul. 

Yok bile var o derece, bin bir çeşit deryası masanın üstü. Üstelik süslü püslü çiçekler felan. Ay bunlar bize mi!, diye bağırdım hâlâ çatır çutur çıkan sesimle. Hayır hepsi sana aşkım, dedi. Uzak asyalıların birbirlerine verdikleri eğilerek eller çenenin altında birleşik, saygı selamını vererekten.

Ben de aynen reveransla karşılık verdim donlu ve erekte vaziyetimle. Buğra önüme bakıp güldü. Sonra, yanıma gelip dudaklarımı güzeller güzeli dudaklarıyla birleştirdi. Şortu belime sürtününce ki hissettim onunkini, üstü de çıplak, tehlike çanları çaldı. 

Teni ve kokusu ne etkileyici bu bebenin. Yok ben yemek yemek istiyorum geberecem açlıktan. Kucaklanmaktan kurtulup, kollarının arasından iskemleye seyirttim. Ama oturmamla havaya fırlamam bir oldu. Anlaşılan o ki, dün fena deldirmişiz popoyu. 

Her zaman olduğu gibi yan dönerek oturdum alıştıra alıştıra. Mis kokulu çayı çaydanlıktan bardaklara beceriksizce dolduran Buğra’yı hayranlıkla seyrederken tereyağı ve bal bocaladığım taze köy ekmeğini mideye indirmeye başladım bile. 

Etçi Buğra, sucuklu yumurtaya daldı. Eti ben de severim ama insan etini yerim ben. Dün epeyce yedim ondan formuma dikkat etmem gerek bugün et yok. Dayanabilir miyim? Ya da Buğra dayanır mı. Dayan bana lan.

O yaz öyle geçti, sarhoş yüze yiyişe sevişe sikişe… Yedim içtim Buğra’yı. Damızlığım iyi süt versin bana diye onu yedirdim içirdim besledim. Ben sadece onun sütüyle ve alkolle beslendim. İçim de beynim de tertemiz oldu. Unuttum bütün dertlerimi.

İstanbul’a yepyeni iki insan olarak döndük. Daha doğrusu ben ilk defa insan oldum Buğra’nın yanında. Çok yakıştık birbirimize. Allah nazarlardan esirgesin. Amin.. Sonra beraberce okulun kalan iki yılını da devirdik, amına götüne koyarak. 

Diplomaları alıp Londra’ya yerleştik Buğra’nın babasının evine. O İstanbul’a geri döndü. Bizimle aynı ülkede olmak istemedi sanırım. Babası tanıdığı bir bilişim firmasında iş buldu Buğra’ya. Sıkı çalışıyor ama akşamları erkenden eve koşuyor. 

Herkesin bi saatte yaptığı işi on dakkada halleder dahim benim. Beni özlüyormuş, kaç yıldır göt göte yaşamaya alıştı, ayrı kalamıyor. Kuzuu, ben de seni özlüyorum lan. Para bok. O nedenle ben iş arama konusunda acele etmiyorum, seçici davranıyorum. 

Her işi yapamam. Sen ne iş yapıyorsun bilişim şirketinde, diyorum. Ne iş verseler hukuk, program, html farketmez bana. Jokeriyim şirketin, diyor. Sen hep öleydin zaten ki. Seni tanıyana kadar hiç açamadığım, hiç bitemediğim oyunları oynarken ben. 

Artık bütün elleri kazanıyorum. Çünkü çekemediğim kâğıtların arasına joker olaraktan giriyor Buğra. Pat açıyorum eli. Bu kazanma hâli iyice kendime güvenimi tavan yaptırdı. Bu gazla ben de çalışayım dedim. 

Para kazanmak nasıl bir duygu merak ettim… Yine araya Buğra girdi, iş için bana bir görüşme ayarladı. Bir sürü takım elbiseli yaşlı adamın oturdum karşısına. Sormadıkları şey kalmadı. Her sorduklarına, tamam yeter, diyene kadar onlar anlattım durdum. 

Hem de artık tutturmaya alıştığım Londra aksanımla. Benim için, bu nasıl bir çocuk anlamadık, demişler. İşe kabul edildin, dediler birkaç gün sonra da. Ben havaya girdim naz yaptım. Ben ev kızıyım evden çalışırım isterseniz, dedim onlara. Buna da, kabul, dediler. 

Kalın bir maaşla işe başladım. İnternet üzerinden istedikleri dosyaları hazırlayıp gönderiyorum. Ara sıra da şirkete veya müşterilere toplantıya gidiyorum. En zoru da bu toplantı veya görüşmeler için takım elbise giyip kravat takmak. 

Bu takım kravat olayı, Londra’nın tek sevmediğim yanı. Görenler benim tipimi, yaşımı, uzun saçlarımı ve piercinglerimi… Şaşırıyor ama benim yardımcı olduğum davalar veya uzlaşmalar bir bir bizim lehimize sonuçlanmaya başlayınca…

Çalıştığım şirkette de bir efsane olmaya başladım. Neyse ki bu defa olumlu anlamda. Ama ben abartmadım. Evden çıkmadım çok, işi büyütmeye de çalışmadım. Yavaştan yol almakta fayda var. Kendime zaman ayırmak hoşuma gidiyor zira.

Çalışırken, film izlerken veya kitap okurken evde, bisex iç çamaşırları ve hafiften feminen kıyafetler giyiniyorum. Az da olsa sürme çekiyorum gözlerime ve belli belirsiz ruj sürüyorum dudaklarıma. Bazen de ipek Çin kimonomla dolanıyorum evde ve akşam Buğra’nın gelmesini bekliyorum. 


Kapıyı çalınca, ben koşarak açıp içeri alıyorum onu ve kırıtarak yürüyorum önünde. Beni değişik kıyafetlerle bu hallerde görünce çocuklar gibi seviniyor. Arkadan atlıyor üzerime. Beraberce yerlere yuvarlanıyoruz…

Ona da comics karakterlerinden iç çamaşırları alıp giydiriyorum bebemi. Neden bilmem ona en çok yakışanı da Spider Man. E sonra da sevişiyoruz tabe, ne yapalım? Rahatlayınca yemek yiyip içkilerimizi yudumlarken…

Onun için indirdiğim filmleri izliyoruz. Doyamıyorum ona. Neyine, neresine doyulur ki. Hele o güzel çocuk huyların yok mu. Her an tekrardan ve yeniden aşık oluyorum. Bu böylece ölene kadar devam edecek. Troçkistim artık… Sürekli devrim!!!

Bir hafta sonu sabah azgınlığının tadını çıkarırken Buğra’nın. Altında ezilirken tatlı tatlı, bacaklarımı o güzel sert poposuna bağlamıştım. Gözlerimi, dikkatlice gözlerinin içine daldırmıştım. Girip, kaybolmuştum. O kadar tertemiz bi dünya ki içi, gözlerinin. Zevkten baygın konuşmuştum.

Aşığım sana çok fena”,

Ben de sana, o halde aşkı evlilik gibi bir sonuca bağlasak ya”

Yüzüm gözüm şişene kadar ağlamak istiyorum
İçip sabaha kadar bayılmak istiyorum
Müsadenle bu sabah dağılmak istiyorum


“ Ne diyorsun” deyip tekrar sordu merakla.

Sanki ben bu kutsal teklifi kabul etmeyecekmişim gibi tedirgin. Her an Mert bana dönecek korkusunu yaşıyor. Bunu bir tek ben seziyorum. Ben her şeyi sezerim. Oysa Londra’da ki son günümüzden sonra İstanbul’a bile dönmedi bir daha, sözünün eri çocuk.

Denizlerdeymiş, rüzgarına dönmüş karısı Cihan’ı da alıp. Ben de her an kocamlayım, şimdi de gerçekten evlenmek istiyor benimle. Mert bütün öfkelerini alıp gitmiş. Nereye bilmiyoruz. Ama her yerden gitmiş. Sadece kaptan babaya haber vermiş gideceğini.

Uzunca bir süre uzak denizlerde olacakmış. Gökçe çıldırmıştır. Annesi Nevin hanım sinir krizleri geçirmiştir. Artık kalbimin Mert’le atan ve hep atmaya devam edecek kısmı çöktü ya da nasır bağladı. Acıyo sadece başka bir his yok. 

Çünkü Buğra kalbimin diğer yarısını öyle çok hareketlendiriyor ki. Bütün kan, bütün can oraya akıyor. Ben sanki ben oluyorum gerçekten. İlk defa. Allahım ilk defa bu kadar. Onun o sabrı, şefkati, koruyuculuğu, sahiplenmesi… 

Benim çocukluğumda ki babamla yaşadığım ya da yaşadığımı zannettiğim günlere geri sarmamı sağlıyor. Ve sanki yeni gerçek babamla tekrar ama bu defa sağlıklı bir şekilde yaşamaya ve büyümeye başlamama neden oluyor kuzucum. 

Hatta beraberce büyüyoruz sanki. O anasıyla çocukluğunu, ben babamla çocukluğumu özleyen birer kediyiz aslında. Kendi kendine büyüyen kediler misali. Kardeş kardeş. Ya da bazen o bana baba oluyor ben ona ana. 

Hâlâ bakıyor bana, bir cevap vermem gerekiyor da, bu teklifi yapacak zamanı buldun yani. Üstümdeyken tam ve içimdeyken tamamen ve ben ezilirken o yumuşacık ağırlığının altında. Zor zamanlarda konuşmak.

“ Şimdi sik sade, bakarız sona”

“ Nasıl istersin”

“ Köpek gibi”

Şak şak şak! Bam bam bum, yaptı da gerçekten. Kuzum benim. Bazen kedim olur, bazen kaplanım, bazen öküzüm, bazen de köpeem. Joker dedik ya, da. Böyle biz alıştık Londra’da yaşamaya. Sonrasında ne mi oldu?

≈≈≈

Anlatıcam, önce nasıl geldik bu günlere kısa bir özet faslı. Yelken açarken yavaş yavaş hikâyemiz sona doğru… Evet daha önce ayrıntılı anlattığım gibi… Daha ilkokulun ortalarındayken, orospu çocuğu beden eğitimi öğretmeni karının bana efemine demesiyle alt üst oldum ilk ben. 

İlk depremimi yaşadım. O amcık karının yerinde, bi insan olsaydı ben belki zamanında ve doğru bir şekilde ne olduğumun farkıma varabilecektim. Ama nasıl nefret doluysa artık izin vermedi suratından orospuluk sapır sapır akan karı. Ona nefretim dinmiyor hiç.

Sonra babam beni kucaklamamaya, öpmemeye hatta yürürken sokakta elimi bile tutmamaya başladı. Sonra bana böcekmişim gibi bakmaya başlaması geldi. Beni kocaman korkutucu dünyada yapayalnız bıraktı.

Sonra okulda hakaret küfür tacizle devam eden çocukluğum. Tuvalete gidip işeyemiyordum bile korkudan. En rahat orda saldırıyorlardı. Beden dersi öncesi giyinmek tam işkence. Anlattım bunları size hep. Sonra benim güneşim Sinan’a aşık olmam.

Onun koruyuculuğu ile mahallede korkmadan sokağa çıkmaya başladım ilk. Sonra onun yörüngesinden hiç çıkmadım. O benim ilk ağacım hiç unutmayacağım. Sonra üniversitede Celâl’in masasının altında başlayan seks maceramız. 

Bana sahip olan ilk erkek o. Bırakınca beni sik gibi ortada, nedense sonra aklına geldi aşık olmak bana,. Neyse, Mert tanrısıyla tanışınca iyice şirazeden çıktı hayatım. Şok üstüne şok. Üstelik Mert de şok, ne yaşadık bilmem. 

Çok şey öğrendik ama birbirimizden. O bana rüzgarı öğretti ben ona yelken oldum, yol aldık öylece fırtınaların içinden geçerek. Olduk belki de, ben an azından… İşte böle böle geldik bu günlere. Mutsuz geçen günlerim bitti artık.


Londra’ya dönersek tekrar. Peter’le Elifcan’ı da yanımıza aldık. Yapmadığım puştluk kalmadı onları sevgili yaptım. Her bokta özellikle bilgisayarda dâhi olan Buğra, Peter’e de joker oldu. Onun bildiklerine bin kattı ve iyi bir reklam şirketinde grafiker olarak işe soktu. 

İyi sokar benim aşkım. Peter’le Elif’i evlendirdik yıldırım nikâhı ile. Çünkülük ikiz bebelerimiz oldu, üstelik ikisi de oğlan. Elifcan’ı da ev hanımı olarak işe soktuk. Büyütmek için kimselere vermedik bebelerimizi. 

Ana sütüyle ve ana baba kokusuyla büyümelerine ilişkin Kraliyet Kararnamesi yayınladık. Biline, tüm dünya da yürülükte bu kararname. Evimizden sorumlu başkanımız Elif. Bebelerimizi büyütürken, seviyoruz onları hepimiz hep. 

Ama en çok ben. Çünkü onlara en çok benim ihtiyacım vardı. Benim gerçekten ben olmam için sanırım çocuğumun olması gerekiyormuş. Ve onları büyütürken büyüyebilmem. Onları severken kendimi daha çok seviyorum. 

Aynı benim çocukluğuma benziyorlar zaten Bazen onları yemeyi bile düşünüyorum. Ama benim çocukluğumda yaşadığım hiçbir şeyi yaşamayacaklar tabi… Sevgi, şefkat ve güven hiç eksik olmayacak hayatlarında.

Nasıl isterlerse öyle ama mutlaka mutlu büyüyecekler. Gerçi Siddhartha, mutluluk yoktur demişti ama. Daha önce de dediğim gibi, çocuklar münezzeh bundan. Çünkü aslında insanlar sevemedikleri için kimseyi, mutlu olamıyorlar. Oysa yine Siddhartha ne demişti? 

Çocuklar ve çocuk insanlar sevebilir ancak. O zaman onlar mutlu olmayı da başarırlar. Çünkü hak ederler. İşte ikizlerimiz bebelerimiz de ama öyle ama böyle mutlu olacaklar lan. Biz de onlarla beraber, çünkü bizler de çocuk insanlarız.

Herkese her şeye inatız. Oğluşlarımızın adları; Sinan Can ve Buğra Mert. İsimlerini ben koydum tabe. Ne yaptım ettim Sinan, Mert, Buğra ve Can’ı buluşturdum yine. Oğullarım için ölürüm ve öldürürüm bu böyle biline!!!

≈≈≈

Üç düğmesi açık memişlerim dekolteli yakasız ve kolsuz beyaz gömlek. Altımda düşük bel, çok kısa dar paçaları bileklerime yapışık siyah streç pantolon. Daha altında soket çorap ve kısa kar beyaz converse. 

Başrolde incecik su gibi akan ayak bileklerim… Ve donsuz giydiğim daracık pantolondan belli belirsiz kendini belli eden pipişim. Artık utanmıyorum ondan da vücudumun hiçbir santiminden de. Çünkü her yerime her şeyime de, yetmez ruhuma da aşık biri var. 

Benim her yerimi yemeye doyamayan. Biz birbirimizi yiye yiye bitiremiyoruz. Çoğaltıyoruz aksine. İşte o aşkım da yanımda şu anda. O simsiyah takım elbisesi, içinde siyah yakasız gömleği saldırmalık memiş dekolteli. 

Pantolonun kısa paçalarının altında parmak arası terlikler… Allaam ayak bileklerine kurban olam. Benim el onun el ve ayak tırnaklarına french yaptırdık. Yalamalık hatta ısırıp yemelik oldular her biri. Onun tırnaklarına belli belirsiz açık pembe oje de attırdık. 

Koyu teniyle çok uyumlu oldu. Hatta hem kocam hem karım oldu, çok can alıcı. Benim saçlarım uzun, omuzlarımı öpüyor. Üsttekileri toplayıp tepemde küçük bir fıskiye yaptık. Bu da benim doğal duvağım. 

Onun saçlarının bir tarafı kısa, diğer bir tarafında ki kahkülü upuzun albatros kanadı gibi. Yanağını yalayıp çenesinin altına kadar iniyor. Bütün cinsiyet rollerinin amına koyuyoruz bu akşam. Çünkülük, bu bizim düğünümüz. 

Evet çocuklarımız doğduktan ve Peter’le Elif’i evlendirdikten sonra ben de Buğra’nın durmadan yaptığı evlenme teklifini kabul ettim. Düğün, Amsterdam’da icra ediliyor. Herkes burda, Mert ve karısı dışında. 

Gelenlerin kimisi sevinçle, kimisi gıptayla izliyorlar bizi. Kaptan baba da burda sanki yanımda Mert varmış gibi dalgın bakıyor. Ama mutlu da. Sanki ha alkışladı ha alkışlayacak bizi. Yanında Sabri abi ve ailesi hep olduğu gibi gözleriyle gülüyorlar mutlulukla.

Rıza abiyle okul durağında ki taksici abimiz bile burdalar. Siz unuttunuz belki ama ben yapılan iyilikleri unutmam asla. Okulda ki büfeyi işleten ciğer ustası Rıza abime ve okul durağında ki taksici abimize uçak biletlerini ben gönderdim. 

Amsterdam’da pahalı bir otelde aileleriyle birlikte bir haftalık yer de ayırttım. Rıza abinin bomba yakışıklı oğlu ve taksici abimizin güzel liseli kızı İngilizce biliyormuş. Gezdirdiler ailelerine iyicene şehri. 

Ve artık şehrin büyüsünden mi nedir sanırım birbirlerine aşık oldular. E ne diyelim darısı başınıza. Düğün müğün ne gerekirse hepsi benden, evlenirseniz ilerde. Emel sinirli bakıyor sanki, bilemedim. Benim canımın içileri de burda tabi. 

Kuzumla evlenmesem seninle evlenirdim lan. Erkeklerin hası, kötü gün dostu Peter Panım ve karısı Elifcan. Peter hep olduğu gibi yeni doğmuş bebekler gibi patlak ve kısık gözlerinde mutlulukla bakıyor bize. 

Canımın içi gibisin, yerim ben seni. Bebelerimiz de bizim gibi pek tatlılar ve dünya güzeli güzellikteler, öpüp koklamaya doyamadıklarım. İkizler Peter’in biri bir bacağına diğeri öteki bacağına sarılmışlar bana bakıyorlar. 

Çünkü onların üç babası var. Bazen ben anne baba bir arada oluyorum. Yani iki anneleri var sayılır. Ne istediklerini biliyorum. Analar hisseder. Elimle gelin işareti yapınca, Sinan Can benim kucağıma fırladı ok gibi ve hep olduğu gibi.

Görünüş olarak bana benzeselerde benim çocukluğumdan farklı olarak acayip güçlüler. Aslanlarım benim. Buğra Mert’de bana doğru zıplıycaktı ki, ben ciddi bakışlarımı ve çenemi Buğra’ya doğru uzatınca bozuldu epey ama isteksizce de olsa onun kucağına zıpladı. 

Beni öyle seviyorlar ki bazen birbirlerini kıskanıyorlar. Ama ikisini birden ayakta kucağımda taşımam imkânsız yani. Bu durumlarda biraz otoriter davranıyorum ama üzüldüklerini görünce, onlara belli etmesem de içimde zırıl zırıl ağlıyorum.

Hepimizi pek sever yaramaz delikanlılarımız. Ama beni bir başka. Okul öncesi eğitime başladılar bile. Tabi esas okulları Eton College olucak zamanı gelince. Sonra da artık üniversitede nereyi isterlerse. Onlar bizim nikâh şahitlerimiz. 

Onlar bizim geleceğimiz ve her şeyimiz. Onların mutlulukları bizim mutluluğumuz. Bugün de en mutlu günümüz. Buğra’nın babası mutsuz ve kızgın sadece, şok vaziyette damat olarak görmeyi umduğu oğlunu bu hâllerde görünce. 

Bizim birlikte olmamızı çoktan kabullenmişti de böylesine kıyafetlerle kamuya mal olmamız biraz şok yarattı adamcağızda. Babamla annem de burda. Onlar sadece öylece bakıyorlar. Ben mutlu olduğum için mutlular belki. 

Ama içten içe büyük fırtınalar yaşıyorlar tabi. Göl manzarasını seyretmek dışında denizlerle ilişkisi olmayan bu insanları okyanus fırtınalarına bıraktım yapayalnız. Böyle bir sonu yaşayacağınızı tahmin etmeliydiniz. Benden bu olur ancak.

Bu çocuk bizim çocuğumuz mu gerçekten diyorlardır belki de. Ben de bilmiyorum. Sanırım ben Troya'yı kuran Tros'un oğlu Ganymedes’im. Tanrıların hizmetkarı bir oğlanım sadece. Herkes bize bakarken… Biz de gururla bakıyoruz herkese… Ve diyoruz ki…

Bizi geçmeniz için 

13 atmanız gerek 

Bunu böyle bilin…

Biz yenilmezleriz artık… 

Ama gerekirse ben yenilir

Olurum bebelerime Kurban…

Sinan Can’ım ve Buğra Mert’im, oğullarım Canlarım… GururLan…

Kuzum Buğra, sonsuzum aşkım…

Peter Panım Hasan ve tabi anamız Elifcan, her şeylerim.

Ve ben Can… Onlarınım…

Artık bütün zamanların en şahane sürüsü biziz… 


B i T T i

≈≈≈

Hamiş
Canım okurcuklarım benim… Sizin de payınız büyük bu işte. Size anlata anlata, siz okuya okuya yaşadım bunları ben hep. ❤️ olsun size…

≈≈≈


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Liseden Üniversiteye 2 ~ ilk

Sarı Şey 3 ~ bunun intikamını alacam ama

Sarı Şey 17 ~ sorun değil iyi eğlenceler