Liseden Üniversiteye 27 ~ gerçekten benim için mi yaşadı mert






Liseden Üniversiteye 27



~~~ gerçekten benim için mi yaşadı mert ~~~



Tanıdığım bir ses değil. Ama aç kapıyı filan diyerek konuşmaya devam ediyor. Yurttakiler sesleri duyarsa iyice rezil olucam, video olayından sonra, gözler üzerimde olabilir, dikkatli olmalıyım… Ne yapmalıyım, bilemiyorum.

Kapıyı hafifçe araladım, kim olduğunu görebilmek için. Daha suratını göremeden, kapıyı ittiren başka, kapı gibi bir şey, içeri daldı. Kapıyı kapatıp kilitledikten sonra bana döndü. Hayy ananı, kahpe dünya…

Hilmi. Bir tür ayı… Türü; okul ayısı… Neden geldi ve zorla içeri daldı. Suratını gördükten sonra ona bakamadım hiç. Gözlerine bakmak korkuttu beni çünkü… İlk defa yakından gördüm onun suratını. Bir tuhaf bakıyor, diğer insanlar gibi değil…

Bana bakarken sanki arkamda bir başkası veya bir başka şey varmış da, ikisine birden bakıyormuş gibi… Gözlerindeki anlam da karmakarışık. Sanki çok yorgun ama aslında çok da dinlenmiş, onun mahmurluğunu yaşıyor.

Çok endişeli ama, daha ne olur ki, cesaretini de içinde barındıran bakışlar. Ne düşünmek veya ne yapmak gerekir bu şekil bakan birine karşı bilemedim. Benim masamın sandalyesini gösterdi. Benim odamda bana ev sahipliği yapıyor, ne nazik bir ayı…

Oturdum, ona bakarak tepkisini ölçmek için. Yine aynı anlaşılmaz bakışlar. O da benim yatağıma oturdu. Oh ayakkabılarıyla üstüne de yattı, rahatına bak koçum. Sen uyurken de çıkartmıyorsundur kendin gibi ayı basket ayakkabılarını… İğrenç…

Saçı sakalı bir birine karışmış. Vücudunun her yerinden ayrı kıllar fışkırıyor, biz de burdayız bizi de sevin diyen yaratık uzantıları gibi. Ben sizi sevemem, gidin başkasını bulun… Benden uzak durun, sadece mide bulantısı bu karşımda duran…

Bana bakıyor, tekrar kaçırdım bakışlarımı. Bu insanlar ne söyleyeceklerse bir an önce neden söylemiyorlar. Uzun uzun bakışmalar bayıyor beni. Ama inatla bakıyorlar. Gören de beni korkunç biri zanneder. 

İnsanlar karşımda, konuşmak için uzun uzun düşünüyorlar filan gibi… Ne havalı olurdu… Ama yok öyle bir şey… İster miydim onu da bilmem. Korkunç olmak filan istemezdim sanırım. Ama kendimi en azından koruyabilecek kadar iyi kavga edebilmeyi çok isterdim. Özellikle şimdi… Hiç fena olmazdı…

Aylardır özlemini duyduğum konuşma başladı. Müjdeler olsun,

“ Can, seninle ne zamandır tanışmak istiyordum. Neyse bu güneymiş kısmet. Celâl benim arkadaşımdı biliyorsun. Bizi tanıştırmasını çok istedim, ama hep oyaladı beni. Akıllı çocuktu, biraz da değişik. Ondan da hoşlanmıştım ama sen başkasın”

≈≈≈

Celâl, ilk aşkım. Sinan’dan sonra sanırım. Kanıyla canıyla aşık olduğum ilk kişi. Öptüğüm ilk erkek. Beni öperken, bulutların üstünü ilk ziyaret ettiren. Bir çok şeyin ilki oydu sanırım. Mert’le tek farkımız, Celâl hiç bir zaman beni sevmedi, ya da bunu söylemedi.

Mert söyledi ama gerçek mi bilmiyorum. Gerçekse bile, onun sevgi anlayışı diye bir şey yok ne yazık. Çünkü O diye bir şey yok. Onlar var. Mert ve Cihan yani. Ya da daha genişçe düşünürsek Mert’in sürüsü.

Küçük yaşta beraber olmaya başlamışlar. Sonra Cihan büyümeye başlayınca, birbirlerinden ayrılmamak için böyle sürü diye saçma bir çözüm bulmuşlar. Kendilerine göre, büyüyememiş oğlan çocuğu oyunları. Bana göre saçma tabi. 

Onlara göre normal. Bir insanın veya insanların gereksinimi neyse, onun için normal odur. Tüm insanlar için, neyin normal, hele de nelerin anormal olduğunu belirleyebilecek bir dünya görüşü, toptan mutluluk fabrikası gibi bir şey olsa gerek. 

Yok öyle bir şey oysa. Ne kadar insan varsa, o kadar çözüm var. Rahat bırakın onları yeter. Her birey, kendi istek ve zevklerinden sorumludur. Buna uygun birini bulduğu zaman da onunla istediğini yaşar. Kime ne?

Ben, bu türden şeylerin bireyler arası yaşanması gerektiğini düşünüyorum. Onların sürü çözümüne bu nedenle karşıyım. Yoksa ahlâki kaygılardan filan değil. Çünkü tüm insanlar için belirlenebilecek, toptancı, ahlâk kuralları olabileceğine inanmıyorum.

Yaşamında özgürlük istemeyen, hatta ondan korkanlar bile, olabilir. Eric Fromm’un söylediği, Özgürlükten Kaçış, teorisi gibi. Onlar öyle yaşasın. Ama isteyenler de, Kurtlarla Dans etsinler… Size ne, siz korkuyorsunuz kurtlardan diye, herkes korkmak zorunda mı?

İnsanların zevk ve arayışlarına, atlara yaptığınız gibi gem vuramazsınız. Yeter ki bu istekler ve zevkler bir başkasına, o istemeden zarar vermesin. Tek kural bu olmalı, onun dışında, yürü be kim tutar seni, modunda olabilmek gerek… Tabi becerebiliyorsan…

Şimdi Hilmi’nin kafasından geçenler de, söz etmeye çalıştığım, zorlama veya şiddet figürü yoktur umarım. İsteklerine ve zevklerine saygım sonsuz ama, ben ondan ve onun gibi erkeklerden hoşlanmıyorum. Hani çok klasik olucak ama, dünyada o veya ona benzer bir erkek ve bir de ben kalsak, olmaz yani…

Benim zevkim de belli. Kimse için değiştiremem. Hele de Celâl ve Mert gibi tam beğendim tip erkeklerle tanışıp bunun meyvesinin tadını alınca. Artık düşüncem değişmez. Bu ayrıntılı ve teorik bilgilerle de bezeli açıklamalarımı Hilmi’ye de yapabilseydim keşke…

Ama iç konuşma olarak kaldı yine, altın değerindeki düşüncelerim. Harcanıyorlar, ama ne yaparsın benden başka ciddiye alan yok… Mutlak ilerde değerleri anlaşılır umuduyla, iç sesimi kapatıyorum - şimdilik - .

≈≈≈

Celâl ile ilgili söylediklerini bir yere not ettim. Celal beni onunla tanıştırmamak için oyalamış. Beni satmak yerine koruması, çok mutlu oldum. Ama bunun sırası değil sanırım. Neyse konuyu dağıtmayayım. Ayı hala bir şeyler anlatıyor. Dinlemem gerek. 

“ Seni ilk defa okullar açılırken kayıt günü gördüm ve çok beğendim. Sonra tesadüf Celâl’le aynı odaya düştünüz. Celâl bana, senin ona aşık olduğunu, zannettiğini filan söylediğinde umutlanmıştım, gay olduğun için. Ama sonradan, Celâl sana açıldığını ve senin kesinlikle gay olmadığını söyleyip, hatta bu teklifine karşılık ona yumruk attığını söyledi”

Tesadüfmüş! Bizi aynı odaya yerleştiren kendisi oysa, bilmediğimi zannediyor ama. Celâl’e bak sen, ayıyı benden uzaklaştırmak için neler uydurmuş. Hele de ona karşı o kadar borçlu durumdayken. Erkekmişsin be Celâl. Hiç bir zaman şüphem olmadı zaten ya…

Senaryoyu da iyi kurmuş. Gerçeklikten kopmaksızın, gerçeküstü bir kurgu. Onun bana attığı yumruk, orta dünyada birden benim ona attığım yumruk oluvermiş. Ama bir am bitinin çektiği video  - sanırım bugün gelme nedeni o Hilmi’nin - herşeyi berbat etti.

Ayı sırıtmaya başladı, gözümün içine bakarak hem de. Ben yine ona bakmamaya çalışıyorum. Ne diyecekse dese artık. Ya da hiç söylemese, sözün nereye gittiği belli çünkü… Bir şeyler yapmam gerek ama ne?

Acil bir çözüm bulamazsam, birazdan, yatağımda ayakkabılarıyla yatan insan ayı arası yaratığın altında olabilirim, gidişat oraya doğru, çünkü bana göstere göstere önüyle oynamaya başladı. Onun altında olduğum sahne gözümün önüne gelince, midem bulanır gibi oldu. 

Bulantı kan dolaşımımı harekete geçirdi ve beynime kan gidince; ampül yandı… Cebimden telefonumu çıkarttım. Belli etmemek için onun gözlerinin içine bakıyorum. Yaptığım dikkatini çekmesin diye. Telefon olan elimi masamın altına götürdüm.

Neyse ki bakmadan telefon kullanmaya alışkınım. Bilgisayar ve telefonun tuşlarını, bir komandonun G3’ünü gözü kapalı söküp takması gibi kullanabilirim. Emel’e mesaj atmam gerek, iyi de numarası ezberimde değil ki. Puff, mermisiz komando…

“ Ben pek anlamam ama takımdan çocuklar bir video gösterdiler. Otoparkta olan olayları da anlattılar. Meğer daha çocuk diye peşini bıraktığım Can, afet bir ibneymiş, hem de ortalığı karıştıracak kadar… Unutma buralar benim çöplüğüm. Benim istediğim şeyler olur. Başka bir söyleyişle benim istediğim filmler çekilir ancak”

İbne filan lafları da dolaşıyor, bana hakaret etmeye başladıysa, tehlikeli sulardayız. Ona hiç belli etmiyorum. Ama ödüm bokuma karışmak üzere, ne demem gerek, ampül söndü…

“ Abi bir tuvalete gidebilir miyim?”

“ Ne abisi lan, ben sana ne diyorum sen ne”

“ Tamam özür dilerim, ne olur çok sıkıştım”

“ Gel ben seni çişe tutarım”

Ayı vücudunu yataktan kaldırmaya çalışırken, hemen adres defterinden Emel’i işaretleyip, gönderdim, yazdığım mesajı…

Can ▶︎ Emel

hemen kurtar odadayım

Allahın manyağı, cidden benimle tuvalete girmeye hazırlanıyor. Ben küçüklükten beri annemin bile yanında yapmamışım, töbe bir de bu deli çıktı…

“ Tamam abi gerek yok idare ederim şimdilik”

İki dakika sonra Emel kapıyı hızlıca vurmaya başladı. Açma, dedi kısık sesle Hilmi. Ben de onun kulağına eğilip,

“Abi, gitmez Emel’dir o. Odada olduğumu biliyor. Bırak açayım kapıyı, ben seni zor durumda bırakmayacak bir yalan uydururum. Söz etmem kimseye olanları da…”

Boğazıma yapıştı, tuvalete sokup kapıyı kapattı, beni klozetin yanına yatırdı. Üzerime de oturdu hayvan. Ulan sen yüz kilosun ben elli. Ama ayılar böyle ayrıntılarla uğraşmazlar tabii… Canım çok yanıyor, Emel duyarsa, üzerimdeki ayı iyice sinirlenir diye sesimi çıkartamıyorum…

“ Ulan piç ne oldu da ne anlatıcaksın. Bana bu işlerden anlamıyor numaraları çekme. Videoyu gördükten sonra, araştırma yaptım seninle ilgili, o nedenle bana bakire kız ayakları atma… Böyle numaralar çekersen, burayı zindan ederim sana, bursunu filan hepsini iyi düşün ve bana öyle davran bundan sonra”

Bakire kız, bu sözü biri daha etmişti ama kim… Neyse, artık çıkarsa beni banyodan, mesaj alındı… Bakıyor, nefes nefese, sinirlendi… Tam neye kızdı bilemiyorum… Ben ise, üstümdeki bir ton ağırlığı nedeniyle nefes alamıyorum. Neyse ki Emel kapıyı yumruklamaya başladı,

“ Git aç kapıyı, siktir olun gidin hemen burdan, ben de siz gidince çıkar giderim”

≈≈≈

Emel’e kapıyı açtığımda nefes nefeseydim. İçeri girmesin diye hemen kapıyı kapatıp,

“ Gidelim”

Diyebildim sadece. Korkudan altıma filan bile yapmış olabilirim. Neyse ki sadece ter içerisinde kalmışım. Emel, durmadan sorular soruyor. Ama onu duymuyorum bile… O kadar korktum ki, Hilmi bir şey yapacak diye. Neyse bu seferlik kurtuldum…

Kafeye gidip oturduk. Emel’e yalan söyledim. Ortalığı daha da karıştırmasından korktuğumdan gerçeği anlatamadım. Video’yu gören tanımadığım birinin kapıma geldiğini, korkunca ona haber verdiğimi anlattım. İnandı tabii. 

“ Çok korkmuşsun sen, suratın demin kıpkırmızıydı, şimdi kireç gibi. Keşke sana asılan itin fotosunu çekseydin. Sosyal medyada bitirirdim piçi”

“ Boşver Emel, kurtuldum ya”

“ Bu seferlik. Bütün okul seni konuşuyor. Bir sürü de manyak var unutma”

Bir sürü deyince, Mert’in garip sırrını, sanki Emel de öğrenmiş gibi hissettim. İçim titredi. Mert geldi aklıma. Olanları bu sefer de öğrenmez umarım diye düşündüm. Hilmi’nin bana asıldığını duyarsa, bu sefer ya bana ya Hilmi’ye ya da en güzeli toptan, bir şeyler yapar diye, ödüm kopuyor…

“ Unutmuyorum ne yazık. Bu konular gündeme geldiğinde manyak olmayan bir erkek var mı onu da bilemiyorum”

Söylediğime epey güldü Emel, 

“ Biraz da sen manyaklaşsan be delikanlım, bak biz de sana yanıyoruz burda”

Duramadı tabi. Söyleyeceğini söyledi yine… Biraz önce benim yerimde olsaydı da böyle rahat konuşabilir miydi acaba? Ama bu erkek gibi konuşmalar filan Emel için aslında acısını unutmanın bir yolu, bunu hissediyorum…

Neyse ki, benim tepki bile veremediğimi görünce halime acıdı da devam ettirmedi konuyu… Sarıldı bana, buna da ihtiyacım yok artık… Ama bir şey demedim. Onun da sarılmaya ihtiyacı olabilir sonuçta…

Sevdiği erkek Haluk yani, Emel hala ona aşık sanırım, yoksa birileriyle çıkardı, sonuçta güzel bir kız. Ama Haluk ona ne yaptıysa, devamlı aldırmazı oynamayı seçti, kendince bir çözüm olarak. Oysa, bence bu bir kaçış sadece…

Sanırım Haluk onu öylesine kırdı ki, içten içe erkeklere güvenilmeyeceğine inanıyor. Ama bunu kabul edemeyince de, Haluk manyağına saplanıp kalıyor. Ya da bana kafayı takıyor, belki de budur doğrusu zannedip. 

İnsanlar böyle basit yaratıklar aslında sevgili okur… Büyütmeyin gözünüzde ve sevin onları… En çok ihtiyaç duyulan şey sevgi… 

≈≈≈

Akşam Emel’in ısrarlarına rağmen odama döndüm. Kafede bize baktılar hep, rahatsız oldum. İyice tanınmışım. Aslında hepsinin bakışlarının arkasında sadece merak var bunu biliyorum. Özellikle erkekler merak ettiklerinin bile anlaşılmasından o kadar korkuyorlar ki, ama buna engel de olamıyorlar. 

Kafaları karmakarışık sanırım… Muhtemelen onlara göre zavallı biriyim. Ya da öyle düşünmek onları rahatlatıyor. Yani ibneler veya bizim gibi olmayanlar zavallıdır, nokta ne mutlu bize ki zavallı değiliz. Ama bunları çok da merak ediyoruz. 

Abilerim ablalarım, sizin gibi ne düşündüğünü bile bilmeyen ot olacağıma, benim için ibne olmak daha sugar. İsteklerinizi hiç olmazsa kendinize itiraf edin, rahatlarsınız. Bakışlarınızdaki o derin korku da biter belki, bir rahat nefes alırsınız. Bunu da tarihe not düşeyim dedim…

Bu nedenle ortalarda gözükmek istemiyorum bir süre. Kafe veya kütüphane gibi yerlerde bulunmamalıyım. Belki unutulur, tamamen olmasa da… En azından balık akılları belli bir süre dayanabilir eminim. 

Beni korkutan tek şey Hilmi aslında… burayı zindan ederim sana, bursunu filan hepsini iyi düşün ve bana öyle davran bundan sonra… bu sözü hiç aklımdan çıkartamıyorum. Öyle korkutuyor ki beni…

Bunları bana söylerken neler düşündü acaba? Bir insandan hoşlanıyorsan onu tehdit mi etmen gerekir? Bunlar aklıma gelen sorular sadece. Doğrusu ne? ben de bilmiyorum. Şiddet aslında hayatımızın her alanında… Onunla doğup (ilk çığlık) onunla büyüyoruz.

Olmasa olmaz gibi, ona öylesine tutunmuşuz ki hayatın her alanında. Zorda kaldığımızda birinin veya kendimizin canını yakıyoruz. Başka bir çözüm olabileceği öğretilmemiş. Ya da biz öğrenememişiz.

O kadar ki, insan aklının yarattığı en eski yönetme erki devlet. İddia bu devletlerin en insanlık hayrına olanları batı aleminde. Bakıyorsun, adamlar 60-70 yıl önce bir savaş yapmışlar, 

II. Dünya Savaşı, nükleer silahların kullanıldığı tek savaş olan ve Yahudi Soykırımı gibi kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği, insanlık tarihindeki en kanlı savaştır. Savaş boyunca 40-50 milyon insan hayatını kaybetmiştir

Wikipedia da bunlar yazıyor. Düşünün Almanya ve Sovyet Rusya; savaş boyunca nüfuslarının %10’undan fazlasını kaybetmişler. İşin ilginci, savaşların mevcut ekonomik düzen için kaçınılmaz olduğunu ciddi ciddi savunanların olması… 

Benzetme de çok manidar; toplumsal ameliyat… Toplumlara ameliyat yapılmaz ama. Yaparsan böyle milyonlarca insan ölür, tek yarar sağlayanlarsa silah fabrikaları olur… Ama anlatmaya çalıştığım şey, şiddet toplumsal olarak meşru sayılıyor…

Sarılsak mesela birine kızdığımızda. Hem bizim hem de karşımızdakinin siniri geçmez mi? Bence geçer, bonusu mutlu da olursunuz. Ha belki karşımızdaki de mutlu olur. Sonrası aşk be… Yok artık o kadar umutlu da olmayın, abartmayalım…


Odamda hiç bir şey yapamıyorum. Masada oturayım dedim olmadı. Yatayım, yok heryerime batıyor sanki yatak. Kitap… Hayatta şu an olmaz… Mert gerek bana… Sarılmam ve kokusunu duymam… Öleceğim sanki…

Odada olduğum anlaşılmasın diye ışığı açmadım. Bazen telefondan kulaklıkla müzik dinleyeyim diyorum, ama kulağım kapıda, Hilmi gelir diye, korkuyorum. Bu korku, her hangi bir şey yapmama engel oluyor.

Bir yatak bir masa bir pencere filan gidip gelirken, benim gibi dakikasının bile hesabını yapan biri gece 9 olmuş saat, farkına varmadan. Mert’le beraberken ise, dakikalar altın değerinde ve hep harika geçen zaman…

Mutlaka onu görmem gerek, çıldırmak üzereyim. Param var mı acaba? Yok tabii ki. Ancak yemek için yeter. Ama dur, Mert’in kredi kartı ben de. Kullanabilir miyim diye sormaya korkuyorum. Neden? diye sorarsa, sana gelmek istiyorum derim ve o da hayır derse…

Aslında burdan uzaklaşmak da istiyorum ve en güvendiğim insan olan Mert’in kollarında olmak. Hilmi bana saldırıp tuvalette üzerime çıkınca, o kadar korktum ki. Çişim geldi, tuvalete bile giremiyorum tekrar orayı görmekten korkuyorum…

Hemen kalktım ve ayakkabılarımı giyip montumu bile almadan çıktım dışarı. Bir an önce Mert’e gitmek istiyorum. Çıktım odadan, aşağı indim, yurda gelen misafirlerle konuşmak için konan koltuklarda yine o çocuk oturuyor, beni odamın kapısında görünce telefon edip giden.

Yine aynı şey oldu, telefon edip konuşurken gitti. Ben fırladım dışarı. Birden soğuk hava vurunca suratıma, kışın bitmediğini hatırladım. Ben on dakika bu soğukta kalsam, montum olmadan, anında hasta olurum.

Bu telefonlu çocuk muhtemelen Hilmi’nin iti. Hemen okuldan çıkmam gerek. Hilmi’ye haber vermişse, geliyor olabilir. Dönüp montumu alamam yani. Güvenliğin olduğu kapıya doğru gidiyorum. 

Ordan taksi çağırabiliyoruz. Hemen fırlar giderim, ama gece tekrar dönmek zorundayım, öff ya, bi de bu Hilmi çıktı… Cihan yetmezmiş gibi. Dani?

Yalan yok, bu Mert bana kızmakta haklı mı acaba? Daha yıl olmadan bu kadar erkekle, ben; kendimi pek çözemiyorum. Yani ne işler dönüyor, ben de anlayamaz oldum gibi… Neyse gerçekliğe dönüş…

Ama ben bir şey yapmıyorum ki. En yakını Hilmi işte. Ne yaptım ben ona? Hiç, daha suratını bile görmediğim, tanımadığım biri neden bana istemediğim bir şeyi yaptırmaya çalışıyor. Video’mu görmüş - seyretmeyen bir ben kaldım her halde - gördüysen gördün ne değişir. 

Hemen güvenliğin çağırdığı taksiye binip, Moda dedim yine, ama evleri neresinde Moda’nın bilmiyorum. Bu arada siyah bir minibüsün bizi takip ettiğini, selektör yapmaya başlayınca anladım. Taksi şoförü bana bakıyor aynadan…

Ben sadece ayaklarıma bakabiliyorum. Hep zor zamanlarda olduğu gibi. Ne demem gerek? Taksinin yanına yanaşıp, dur işareti yapıyorlar, en başlarında da Hilmi. Arkasında da itleri… Ne bok yiyeceğim. Tek şansım sanırım şoför abi,

“ Abi bunlar bizim okuldan, taktılar bana, dövüyorlar devamlı. Ne olur yardım et bu günlük kurtulayım”

“ Lafı olmaz delikanlı, baştan söyleseydin keşke

Söyleyemedik işte… Hilmi diye bir ayı var eski sevgilimin arkadaşı, eskilerin hatırına beni becermek istiyor mu desem mesela…Kurtar beni yeter. Öldürdü bu Hilmi ha… Arkamızda tekrar. 

Aniden ışıkta durunca bizim araba, onlar ışığı geçmiş oldular ve kavşağı geçtikleri için geri dönemediler. Taksici abi harbi şoför, geri vitese takıp, koydu gaza ayağını (Bu lâf da Mert’in. Özledim ya ben seni la). Düzeltti direksiyonu ve daldı ara sokaklara…

Hemen geldik nasılsa, kafenin oraya. Aramaya korkuyorum Mert’i. O böyle zor durumlardayken, benim rahat olmam içime dokunuyor sanki. Onu o kadar çok seviyorum ki, ona olacak bir kötülük bana olsun istiyorum…

Yeter ki ona bir şey olmasın… Ama o da benim olsun… O ama sadece O. Yanında kimseyi istemiyorum… Kaşı gözü gül yüzlüm, bunu bir anlasa, ben de yaşamaya başlasam… Pek umudum yok ama…

≈≈≈

Bu arada karttan para çekmeyi unuttum… Taksiye beklemesini söyleyip, kafeye girdim birden… İçerisi dolu. O gün beni tanıyan garson çocuk yanıma geldi hemen. Bakıyor suratıma. 

“ Sabri abi burada mı” dedim.

Yere baktı. Sonra bana, bir dakika der gibi bakıp, uçtu sanki. Nasıl bir şey anlamadım. Peter Pan gibi bir şey bu ya, çok tatlı ve uçucu bir şey… Onun gibi zayıf ve hareketli… Gözüm dalmışken yine önümde belirdi PP

Beni, buyurun der gibi, geldiği koridora davet etti… Gittim arkasından, bir kapıyı açtı, girdim içeri. Duvarları olduğu gibi küçük siyah beyaz fotoğraflar yapıştırılmış, depo gibi bir oda. Çıktı, PP sonra. Ben kaldım tek başıma uğursuz odada…

Odanın dibine baktığımda, masada oturan bir adam gördüm. Yaklaşınca, ışıklar bir garip çünkü sadece yakını aydınlatıyorlar (bilmeniz gereken kadarını bilin, der gibi); onun Sabri abi olduğunu anladım…

Beni görünce, birden ayağa kalktı, bana doğru geldi. Utandım ben bu kadar saygı göstermesinden dolayı... Elini uzattı, ben de uzattım, nerdeyse elimi öpecek ama, babam yaşında adam ya...

“ Gel otur evlat” 

Neyse her şey normal. Evlat dedi artık. Öyle evladına sarkacak, dingil bir sarkaça benzemiyor bu en azından… Oturdum karşısındaki koltuğa. O da benim karşımdakine oturdu. Bir şey söylemek ister ama söyleyemezmiş gibi duruyor sanki… Ve çok heyecanlı, değişik bir adam…

“ Senin sayende yaşıyor Mert biliyor musun?”

Bunu söylerken gözlerinin içi gülüyor mutluluktan.

“ Nasıl yani…”

“ O itler, biz onları beklemezken daha, on beş yirmi kişi daldılar dükkana… Ben ve Mert tabii en öne atıldık… İkimizi de vurdular… Ama ya onlar tarafından bilerek ya da şansına ikimiz de ölümcül yara almadık. Sonra sağ olsun Cihan daldı içeri heriflerin üzerine nasıl atladı… Görsen sevinçten ağlarsın yaa…

Hadi ya, sevdiğim birinin - Cihan diil ha - kavga etmek için başka birinin üzerine atlamasına neden sevinçten ağlayayım ki… Üzüntüden ağlarım belki… Adamların romantizm anlayışına bak… Benim ağladığım yerlere gülüp, güldüğüm yerlere ağlıyorlar…

≈≈≈

“ Abi neden, senin sayende yaşıyor Mert dedin, ne olur söylesene”

“ Çünkü, o gün Mert ve ben yaralandığımızda, normalde yapacağımız, ölümüne peşlerinden gitmek ve ölmek di, belki. Ama Mert durdurdu beni, benim onu durdurmam gerekirken… Sanki bir olgunluk ve oturmuşluk vardı tavırlarında… Bunun nedenini sorduğumda, senin adını söyledi, ve sustu sadece, ne düşüneyim bilmem”

Bir şey düşünme bence. Şu an yeterince duygu yüklüyüm zaten, bir de sen yüklenme devreler yanabilir. Ne yani gerçekten benim için mi yaşadı Mert, o zaman ben artık ölebilirim, farkmaz Nirvana’ya ulaşmışım nasıl olsa… Sevinçten çıldıraraktan;

“ Tamam abi anladım adreslerini ver ki gideyim yanına”

Yanıma PP’ı verdi. PP beni site gibi bir yerin kapısının önüne götürdü benim geldiğim taksiyle. Bu sefer de uğurlar gibi baktı bana… İyi hadi eyvallah dedim mecburen… Taksiye parasını vermek için cebime elimi uzatınca, PP tamam dedi hafifçe. 

Onlar döndüler, benim de bugün ve yarın ki yemek param… Kapıda duran adama ise, Mert, diyebildim, bir tek… Suratıma baktı, acıyan gözlerle, nedense ve ne anladıysa artık…

Bir yere telefon edip sanırım ok aldıktan sonra, bana tarif etti evlerini… Gittim ben de… Üç apartmanın olduğu yeşillikli güzel bir siteydi. Ortadaki apartmana girdim… Birinci kat tek daire, çaldım kapıyı…

Bir kadın açtı,değişik bir tip. Çok uzun boylu, zayıf, kısa, omuzlarına dükülen beyaz saçlar, küçücük bir surat… Kocaman renkli gözler. Sanki suratı Gökçe’ye benziyor gibi. Gökçe’nin annesi öldüğüne göre, bu kadın Mert’in annesi olmalı…

Bana sinekmişim gibi baktı bir süre ve gözlerini bayılta bayılta sordu;

“ Ne istemiştin çocuğum” 

Bunu öyle bir ses tonunda ve konuşma şeklinde söylüyor ki, ben ne cevap versem de onu mutlu edemeyeceğimi biliyorum ve ben 10-0 yenik bitiricem maçı, bu da kesin. En azından bu kadının öyle düşündüğü kesin. 

Dedim ya bazen çok kuvvetlidir, öngörülerim. Ne istemiştim, bir şey istemedim. Ben oğlunuzu istiyorum, allahın izni… Ne saçmalıyorum ki, kadın cevap bekliyor. Oğlunuza aşığım, onu özledim desem. Olmuyor…

“ Efendim, ben Mert’in arkadaşıyım, muhasebe dersimiz ortak, ordan tanışıyoruz. Olayı duyunca çok merak ettim, izin verirseniz azıcık görebilir miyim?”

“ Bana söz etmemişti, geleceğinden”

“ Bilmiyordu efendim, belki uyuyordur filan diye aramadım cebinden, ev telefonunuzu da bilmiyorum. O yüzden böyle haber veremeden geldim, çok özür dilerim”

İçeri geçmemi işaret etti, eliyle… Salona girdik, çok büyük ve enfes deniz manzarası var. Önünde de kocaman bir balkon… Ben dalmış öyle etrafa bakarken, kadının da bana baktığını farkettim.

“ Geliyor musun?” 

“ Ha tamam efendim, ben haber vereceksiniz zannettim onu bekliyordum”

“ O bana haber vermediğine göre senin geleceğini, benim de ona söylememe gerek kalmadı…”

Bana bu sefer sinekten de öte. Böcekmişim gibi baktı. Bu kadar kısa sürede benden böylesine nefret eden olmamıştı. Rekorlara doymuyorum yine… Derken Mert’in odasına geldik sanırım. Kadın, kapıyı filan vurmadan daldı içeri. Ben bekledim kapıda…

“ Anne, sana böyle girme baskın yapar gibi odama demedim mi”

“ Senden mi öğreneceğim nereye nasıl girileceğini. Saygı gören normal insanlara benzemek istiyorsan, onlar gibi yaşayacaksın. İt gibi yaşarsan it gibi muamele görürsün. Neyse şimdi sırası değil, bir çocuk gelmiş, arkadaşınmış, pek inandırıcı gelmedi ya ufak bir şey üniversitede ne işi var…”

Kadın yani annesiymiş onu öğrendik, bıraksan sabaha kadar konuşacak, Mert araya girdi lafının,

“ Yeter… Can mı gelmiş, al hemen içeriye”

Girdim odaya, Mert’i görünce yatakta, sarılacağım veya atlayacağım üzerine duramıyorum… Ama annesi yine böcekmişim gibi bakıyor. Ben de öylece odanın ortasında kaldım şaşkın… Neyse Mert konuştu hemen;

“ Anne tamam biz biraz sohbet edelim, izin verirsen”

İzin verirsen, derken dişlerinin arasından sinirle ve gözlerinde o delici bakışla söyledi. Sanırım annesi bile çekindi, ya da hiç aldırmıyor. Çünkü, bakışları hep aynı zaten, sadece karşısındakine karşı küçümseyici bakışlar…

Sanırım yeni belam Hilmi plus bu, Mert beni korursa sorun yok ama… Ne düşündüğünü anlamanın imkanı yok. Ben de düşünmedim. Tek düşündüğüm, annesi odadan çıkar çıkmaz, kapıyı kilitleyip, soyunup Mert’in koynuna girmek…

≈≈≈

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Liseden Üniversiteye 2 ~ ilk

Sarı Şey 3 ~ bunun intikamını alacam ama

Sarı Şey 17 ~ sorun değil iyi eğlenceler