Liseden Üniversiteye 35 ~ insanların gözlerine bakın herşey ordan görünür gerisi süstür






Liseden Üniversiteye 35



~~~ insanların gözlerine bakın herşey ordan görünür gerisi süstür ~~~



Akşam pencereyi kapatmadan uyumuş kalmışım. Yaz da olsa cam açık yatamam hiç… Donmuşum ama, nasılsa uyanmamışım da. Güneş odayı aydınlatırken üşüyerek gözlerimi açtım. Mert’in yanımda olmadığı bir güne daha uyanmak… 

Açlıktan ölmek üzereyim ve son yirmiliği de dün taksiye verdim. Aslında daha fazla yazmıştı taksimetre. Kahraman taksici abime, cafeden alıp geleyim parayı, dediğim halde, yeter bu kadar, dedi. 

Neden bazı insanlar bana çok iyi davranıyor, bazıları da becermek için fırsat kolluyor? Bunun bir ortası yok mu? Eve bir an önce döneyim diye annem para göndermeyi kesti… Bakalım ne boq yiyeceğiz. 

Şu Londra işi belli olsa artık keşke… Hilmi, o işi unut, dedi gerçi… Zaten bir taraftan da Mert olmadan bir yere gitmek istemiyorum… Rüyam, tabii ki hep olmayacak şeyler, yani onunla birlikte gidebilmek… 

Londra’da aşk başkadır, falan filan işte… Paris miydi yoksa o la?… İstanbul’da çok yaşadık da aşkı, Londra eksik kalmasın. Nedense bana gizemli gelen parklarında, onunla el ele dolaşmak, banklarda oturup öpüşmek herkesin içinde… 

Gay publarda bira içmek sarmaş dolaş, bütün gayler bize gıptayla bakarken… Sarhoş olup sokaklarda yalpalayarak dolaşmak… Eve gidip sevişmek, sonra sarmaş dolaş uyumak onun kollarında…


Öff be sabah sabah, kendimi azdırmayayım. Dayanamayıp mesaj atıcam kendimi rezil etmek pahasına… Kalkabildim sonunda, üşümekle birlikte tertemiz havada bebek gibi uyumuşum… Saate baktım daha 6:30… 

Sabah deniz daha bir güzel görünüyor, pırıl pırıl… Odadaki kütüphaneye doğru baktım. Tıka basa kitap dolu… Yeni bir kütüphane keşfetmeye bayılırım… Ağır abiymiş Sabri abi… Felsefe, tarih ve mitolojiyle ilgili oldukça kaliteli kitapları var. 

Bir kitap gördüm, adını duymuştum çok, ama okumadım. Biraz karıştırdım içini, sonra internetten baktım, ilginç bir kitap. Yazılan ilk felsefe tarihi kitaplarındanmış. İS. III. yy. civarlarında yazılmış. Eski kitapların dili ilginç gelir bana. Sanki o zamanı yaşarmış gibi. 

Tabii orijinal dilinden okumak çok daha zevklidir kuşkusuz. İleride çalışmadan yaşayabilecek refah seviyesine ulaşabilirsem; en çok yapmak istediğim şey eski yunanca ve arapçayı öğrenmek. Size saçma geliyordur ama bence, müthiş havalı… 

Bu odada kalmaya devam edebilirsem, bir arkadaş çıktı gibi bana, Diogenes Laertios, kitabın yazarı. Başlangıcından kitabın yazıldığı tarihe kadar, ilk yunan felsefe tarihini aktarıyor. Kitabının adı da, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri 

Tuğla gibi bir kitap, bunu da kaldırıp atabilirsem, iyi bir iş… Kalın sarı kitap kağıdına basılmış… Mis gibi kokuyor… Gerçi Mert’in kokusunu tercih ederim ben, neyse şimdi, duşa girmeden önce bunları aklıma getirmemeliyim…

~~~

Çok hafifçe kapı tıkladı. Açtım hemen,

“ Günaydın, girebilir miyim. Uyandırmadım ya” dedi Peter.

“ Saat daha 7. Bu kadar erken mi açıyorsunuz cafeyi”

“ Yok ben ilk vapura bindim, dayanamadım da… Şeyy… Seni merak ettim aslında, rahat ettin mi? Akşam cafeyi kapatmadan önce gelip baktım sana bir kaç defa, acıkmışsındır filan diye, ama ışığın kapalıydı ben de rahatsız etmedim”

“ Uzun zamandır böyle rahat uyumamıştım. Teşekkür ederim sana da Sabri abiye de”

“ İşin yoksa aşağıya gel kahvaltı edelim”

“ Çok yoğunum, ama sana ve kahvaltıya biraz zaman ayırabilirim, sanırım” 

İkimiz de güldük epey… Güne gülerek, hele de yanında bu kadar içten gülen biriyle başlamak, bütün sıkıntılarımı aldı gitti.

“ Duş alayım hemen gelirim”

≈≈≈

Peter simit, peynir, domates ve biber ile yanına da güzel kokular saçan çay demlemiş kahvaltı için. Simit taze ve çıtır. Nasıl yumulmuşsam, gülmeye başladı. Bir çırpıda iki simidi miğdeye indirdim ve karnım az da olsa sırtımdan uzaklaştı.

“ Kalacaksın değil mi burada, eve döneceğim deme ne olur” dedi.

“ Bir yalan uydurup kalmak istiyorum, ama annem kızdığı için para göndermiyor. Dönmemi istiyor tabii… Bir iş bulabilsem, ama hiç çalışmadım bu güne kadar, becerebilir miyim bilmiyorum” 

“ Sabri abi gelsin konuşuruz. O illa ki bir çözüm bulur”

“ Bir de Mert burda kalmama kızar diye korkuyorum”

“ Neden kızsın ya, düşünme böyle şeyler. Ne kadar ayrıntı ve kendini değil de hep başkalarını düşünüyorsun”

“ Gereksiz ayrıntı düşündüğümü Mert de söyler hep, diğer kısmıyla ilgili bir yorumunu duymadım ama. Sanırım işine geliyor o tarafım”

Yine güldü söylediklerime. Bu çocuk mu çok neşeli, yoksa benim bu gün espri yeteneğim mi arttı acaba?

~~~

Ortalarda dolaşmamak için, biraz yardım ettim Peter’e mutfakta, çok anlarım ya… Diğer garson çocuk da geldi. Bakalım, Sabri abiden izin alabilirsek sonsuzluğa gideceğiz bu gün Peter’le. Öğlene doğru geldi Sabri abi. Beni mutfakta yardım ederken görünce,

“ Yeni elemanımız iş başında” dedi gülerek. 

Utandım ben, bir şey diyemedim. Ama Peter’in hoşuna gitti, güldü her zaman ki gibi… Neyse bir şey söylemiş olmak için de olsa konuşmam gerek diye düşündüm.

“ Burda kalmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim abi”

“ Ne demek delikanlı istediğin kadar, ayrıca okulda tatsız durumlar varsa söyle yardımcı olalım veya bir şeye ihtiyacın olursa. Burda hepimiz bir aileyiz, unutma. Mert’te bizim aileden tabii. Ama aranızda olan bitene siz istemedikçe karışmayız. Ha bir de sizli bizli konuşmana gerek yok, rahat ol”

Bir cümlede bunların hepsi ağır geldi bana tabi. Dudaklarımı ısırıp, başımı sallayabildim sadece, yere bakarken, peki, anlamı mı çıkıyor bu haraketimden, bilemedim ama bir şey de gelmedi aklıma söyleyecek işte…

Zor durumda olduğumu anlayan Peter lafa girdi hemen,

“ Abi izin verirsen Can’la öğleden sonra gezmek istiyoruz biraz. İstanbul’a geldiğinden beri, denizi çok sevdiği halde, vapura bile binememiş, dersler filan işte biliyorsun. Ne dersin?”

“ Ne diyeceğim, gidin tabi oğlum, okullarınız kapandı, biraz kafanızı dağıtın”

Sonra elini cebine atıp para çıkardı ve Peter’e verdi,

“ Al haftalığını da rahatça gezin, herkes yazlığa gitmeye başladı buralarda, fazla müşteri yok, biz idare ederiz, istediğiniz zaman da dönersiniz. Hemen çıkın, kaçırmayın günü”

Peter’le ikimiz birden, aynı anda

“ Çok teşekkür ederiz” deyiverdik. 

Biraz da bağırarak herhalde. Heyecanımızı hoş görün. Sonra birbirimize bakıp güldük. Gözlerinin içi gülüyor sevinçten Peter’in. Sanırım benim de. Sabri abi de, halimize güldü ve başını tatlı tatlı sallayıp,

“ Gençlik işte” dedi.

Başka bir şey söylemeden içeri geçti. Ne kadar değişik, hoşgörülü ve sevecen bir insan. Hele de yanında çalışanlara karşı, nerdeyse iyi bir baba gibi davranması. Bana bile, yeni tanıdığı biri olmama rağmen…

Evet, allahın hikmetinden sual olunmaz. Babamı en ihtiyacım olduğu zamanlarda aldı benden. Şimdi de baba adamlarla karşılaştırıyor beni. Rıza abi, kahraman taksici abi ve tabii Sabri abi… Eh ne diyeyim, eksik etmez umarım bu tür insanları başımızdan…

Ömrü hapislerde geçen bir adamım, demişti Mert’le konuşurlarken Sabri abi… Benim de ömrüm hapislerde geçti… Demek hapishane insanları hoşgörülü yapıyor. Neyse saçmaladım sanırım… Ama bu adamın hayat hikayesini Peter’den öğrenmem gerek.

Peter, Mutfağın arkasında bulunan ve garsonların dolaplarının olduğu bölmeye geçip, kendi elbiselerini giydi. Cafe’de tüm garsonlar, hepsi siyah, kot, tişört ve converse giyiyorlar. Oldukça yakışıyor…

Bu kıyafetlerin ve cafenin konseptinin çok güzel ve sıra dışı olduğunu söylediğimde, Peter biraz da utanarak, bunların kendi seçimi olduğunu, söylemişti. Grafik tasarım okuyan birinin böylesine zevklerin olması güzel bir şey…

≈≈≈

Peter’in uçar gibi yürümesine ayak uydurmaya çalışarak, hızla uzaklaştık cafeden. Çocuk gibi sevinçli, onun bu neşesi ve heyecanı yavaş yavaş da olsa bana da geçiyor sanki… Bir an önce sonsuzluğa varmak ister gibi koşmaya başladık…

Koşarken ben ona yetişemeyince, yavaşladı ve yanıma gelip elimi tuttu… Onun elini tutmak tedirgin etse de, o anın heyecanıyla çekemedim elimi… O ise, bu durumdan hoşnut, benim hızıma ayak uydurdu ve durağa kadar koştuk… Umarım yanlış anlamalara yol açmam…

“ Denizin en güzel yaşandığı yer adalar bence İstanbul’da. Ne dersin gidelim mi?” dedi.

“ Eveet, hep uzaktan gördüğüm ve merak ettiğim yer. Gidebilir miyiz gerçekten”

“ Çok tatlısın ya çocuk gibi. Neden gidemeyelim”

Dolmuşa bindik. İstikamet Bostancı ordan ada, artık hangisine gideceğimize Peter karar versin, ben bilmiyorum hiç oraları. Dolmuşa binince, geçen gün, ben köşeye sinerek oturduğum halde, üstüme çıkacak gibi yayıla yayıla oturan çocuklar geldi aklıma. 

Hadi düşüncesizlikten olsa neyse… Ama esmer olan bile bile yapıyordu bunu ve çekinmeden de belli ediyordu üstelik. Ne düşünüyor acaba böyle insanlar, bunları yaparken. Zaten kenara çekilmiş zayıf bir insanın üstüne çıkacak gibi davranmak, neyin kafası acaba?

Ben yine öyle oturdum alışkanlıkla, Peter benim köşeye sıkıştığımı görünce, rahatsız olduğumu düşünüp iyice diğer tarafa çekildi, şaşkın bana baktı ve,

“ Rahat otursana Can neden yapıştın cama”

“ Şeyy… Alışkanlık sadece, tamam” diyebildim.

Ona doğru yaklaştım biraz. Bu çocuk neden bu kadar düşünceli? Bana özel bir şey değildir umarım…

~~~

Ben herhalde 9-10 yaşlarındaydım. Hava çok güzeldi, sanırım bir yaz günü, annemin ısrarıyla babam beni dışarı çıkardı, dolaştırmak için. Aramızın iyi olmadığı zamanlar çoktan başlamıştı. Beni sevmiyordu ya da sevemiyordu artık. 

Oysa ben, istesem de istemesem de onu hala deli gibi seviyordum… Benden umudu kesmiş, belki görmeye bile tahammülü yok… Konuşurken suratıma bakmıyor çoğu zaman, kucaklamıyor, öpmüyor… Bir çocuğa verilebilecek en büyük cezayı, bilerek veya bilmeyerek, bana uyguluyor yani.

Şimdi düşünüyorum da, ara sıra da olsa bana iyi davranıp, sevseydi, öpseydi… Kızdığı zaman da dövseydi, razı olurdum sanırım… Ama en çok ihtiyacım olduğu zamanlarda, beni baba sevgisinden mahrum etmeseydi…

Evden çıkıp karşıdan karşıya geçerken küçücük elimden tuttuğunda, kocaman ve sıcacık eliyle, nasıl da mutlu olmuştum… Ama kaldırıma çıkar çıkmaz bıraktı elimi… Dönüp üzgün kafamı kaldırıp baktım, benim için bir dev olan babama…

Anladı ona baktığımı, üzüldü mü kızdı mı anlayamadım suratı ekşidi sanki… Ama bana bakmadı bile… Bir babanın bu kadar acımasız olabilmesi ve çocuğunu yok sayması, aklın alacağı bir şey değil bence…

Sonraları, psikolojiyle ilgili kitaplar okumaya başlayınca öğrendim. Yok saymak, kötü davranmaktan, eziyet etmekten hatta dövmekten bile, insanın daha çok canını yakarmış… Hele bir erkek çocuk ve babası arasında yaşanırsa, can yakmaktan öte, yaralıyor ve ömür boyu kapanmıyor bu yara…

İnsanın yaralı yaşaması ölmekten beterdir, bilir misiniz?

Nereye gitmek istersin” dedi babam.

Benim onunla birlikte olmaya, elini tutmaya ihtiyacım vardı oysa, bir yere gitmeye değil. Bunu ona söyleyemeyeceğime göre, sırf cevap vermem gerektiği için, 

Çocuk parkına” dedim.

Oysa, çocuk parkı, okul gibi çocukların olduğu yerler beni korkutuyordu. Bir süre sonra beni tanıyıp, nasıl olsa bana kötü davranmaya başlıyorlardı… Gittik parka, numaradan da olsa babamı mutlu etmek için, biraz salıncağa bindim…

Sonra kaydıraktan kaydım, hoşuma gitti rüzgar suratıma vurunca… Tekrar tırmanırken merdiveni, arkamda birini farkettim, bakmadım ne olur ne olmaz diye… Ama işte çocuklar korkunun kokusunu alırlar, bakmasan da suratlarına…

Gelip arkamdan o da kaydı, ama kaydırağın yanlarına tutunup kendini ittirdi bana doğru her halde, hızlanıp çarptı… Ben inince düşmeyeyim diye, ayaklarımı yere basıp ayağa kalktım düzlüğe varınca, aniden sırtımdan öyle sert ittirdi ki, yere kapaklandım…

Yüzümü çarptım, ağzım burnum kan içinde… Koşarak babamın yanına gittim… Bana baktı ve, 

Ne oldu” dedi… 

Çocuğun biri, hiç bir şey yapmadığım halde itti beni düştüm” dedim ağlayarak.

Kolumdan tutup canımı yakarak zorla yanına oturttu. Cebinden mendil çıkarıp verdi. Kendi silmedi ama, dokunamıyor bana, kan içinde kalsam bile… Gözlerimin içine baktı sinirli ve sevgisiz…

“ Gördüm seni iten çocuğu. Senin yaşlarındaydı… Ama sen dönüp bakmadan kaçtın ondan. Oğlan çocuklar birbirini iter kakar, ufak tefek kavgalar ederler ve böylece büyüyebilirler. Ama sen ne yaptın, arkana bakmadan kaçtın, nasıl erkek olacaksın sen?”


Senin gibi erkek olacağıma olmam daha iyi, demek geçmişti içimden. O zaman ki, çocuk aklım bile bunu anlayabiliyordu. Ama koca adamın bir çocuğa söylediklerine bak. İyilik yapamıyorsun, bari içindeki kini kusma…

Olmadım da zaten onun istediği gibi bir erkek… Olmayacağım da… Onun gibi erkeklerle de beraber olmayacağım. Çünkü hiç birini sevmiyorum, onun gibi erkeklerin… O kadar normal olan ve herkesi kendi gibi olmaya zorlayanlara, tahammül edemiyorum çünkü…

Herkesin aynı renk olduğu bir dünyada yaşanır mı? Çiçeklerin, böceklerin, bitkilerin hangisi bir diğerine benziyor? Geçinip gidiyorlar ama doğa ananın kucağında. Biri diyor mu, sen neden farklısın benden?

Tam tersi, doğada yaşayan tüm varlıkların, farklılıkları sayesinde, bu müthiş senfoniyi dinleyebiliyoruz… Ama babam ve onun gibiler bu senfoniyi duymuyorlar ve ne yazık haberleri bile yok… Zavallı olan onlar sanırım… 

Fikir değiştirdim, normal olan biziz ✓. Çünkü, asıl normal, kim nasıl istiyorsa öyle yaşasın, diyebilendir…

~~~

Bostancı sahile vardığımızda, martılar balıkçıların üstünde çığlık çığlığa salvolarını yapıyorlardı… Ben dalmışım onları seyrederken… Deniz kokusuna, motorların ve vapurların mazot kokusu karıştı. Bir an önce açık denizin tertemiz havasını istiyorum içime çekmek…

“ Sana üç seçenek; adaya vapurla gidebiliriz nostaljik olur, motorla çabucak gideriz… Ama eğer İsmail dayıyı bulursak, onun balıkçı teknesiyle, en eski ve doğal yoldan, denizle iç içe uzunca bir seyahatle varırız adaya. Ne dersin?”

“ İsmail dayı tabi… Giderken elimi denize sokabilir miyim peki”

Sevinçten havaya uçacaktım nerdeyse. Peter’in çok hoşuna gitti ve çok güldü. Tatiller de filan deniz kenarı bir yerlere gittiğimizde, hep kayığa binmek ve denize açılmak isterdim. Ama babam artık inadından mı yoksa benimle bir şey yapmaktan nefret ettiğinden mi bilmiyorum, bir bahane uydurur bindirmezdi hiç…

Anneme yalvarırdım, o da bırak kayığa binmeyi, kıyıdan denize girmekten bile korktuğu için, bindiremezdi beni. Ben de öylece uzaktan seyrederdim kayıkları ve tekneleri… Hayal kurardım her zaman yaptığım gibi, kendimi onların içinde düşünerek…

≈≈≈

İskeledeki cafeye oturduk. Peter biryerlere telefon etti. Sanırım İsmail dayı dediği kişinin nerede olduğunu öğrenmeye çalışıyor. Dinlenmek için cafeye bisikletçiler girdi. Spor olarak tek ilgi duyduğum alanlar, bisiklet ve yüzme… O da sadece seyretmek…

Hemen formalarındaki ismi yazdım internete… Bir face sayfası çıktı… Bunlar profesyonel bir bisiklet takımı… Hepsi aşırı fit ve çok güzel vücutları var. Vücutları, bacakları ve kolları incecik ama çelik gibidirler tabi.

Bütün sporcular ama özellikle, benim bildiğim, yüzücüler ve bisikletçilerin vücutlarında tek tüy bile olmaması ilgimi çekmişti ve araştırmıştım. Tamamen güç ve enerjiye dayalı spor olması nedeniyle, tüylere gidecek enerjiyi harcamamak için, vücudunda tüy olanlar, epilasyonla hepsini temizletiyorlarmış.

Faceden resimlerine baktım çok harikalar. Yanımızdaki masaya gelip oturdular ki, yakından görmek çok değişik tabi. Hele bir esmer bir de sarışın var oldukça genç, bir ona bir ona bakıyorum, elimde olmadan ve şaşkın. 

Hele küçücük popoları, of içine girecem nerdeyse, gözümü alamıyorum… Neyse, bu kadar göz banyosu yeter… Şimdi Peter anlayacak rezil olacağım… Nerden geldiler bunlar şimdi buraya ya… Hemen bir konu bulup açmalıyım yoksa gözümü ayıramıyorum;

“ Hangi adaya gideceğiz”

“ Özellikle istediğin biri var mı”

“ Yok hiç birini bilmiyorum ki”

“ Sana söylemedim laf açılmadığı için. Biz Heybeli’de oturuyoruz. Babamın orda döner ızgara filan yapan küçük bir lokantası var. Seyyar arabayla başladı, işte ancak buraya kadar büyütebildi işini… Adada oturuyoruz deyince zengin zannetme tabi… Garibanların oturduğu kesimlerinde evimiz… Allah razı olsun bütün çocuklarını alın teriyle okuttu babam ve evinden bir şeyi de eksik etmedi. Şimdi abim de ona yardım ediyor, geçinip gidiyoruz”

“ Şimdi Heybeli’ye gidersek, yani ailen orda ya, görürlerse bizi sorun olmaz mı?”

“ Ne sorunu ya, görücekler tabii tanıştıracam seni, en çok istediğim şey, biz de misafir kutsaldır”

“ İyi de ben pek normal bir misafir sayılmam”

“ Neden öyle dedin”

“ İşte yani ne bileyim saçlarım, kılık kıyafetim, piercinglerim, biraz da bunlar tipimle birleşince… Bazı insanlar pek hoşlanmıyor, en basiti benim ailem, o nedenle de eve gitmek istemiyorum işte”

“ Merak etme biz, insanların gözlerine bakarız sadece, başka yerlerine değil. Annem herşey ordan görünür, gerisi süstür boşver, altındaki güzel değilse, süs güzel ve doğru etmez insanı, der hep. Senin gözlerin de maşallah, bakınca insanın tekrar bakası geliyor. Akıl desen akıl, güzellik desen güzellik, kötülük dışında herşey var, Mert abinin dediği gibi…”

Birden gözlerim doldu, sıkmasam kendimi sevinçten hüngür hüngür ağlayacağım. Evet yanlış duymadınız, sevinçten de hüngürderim ben… Neyse, biraz ağlayıp, kestim zırlamayı… Tabi Peter şaşkın bana bakıyor…

“ Ne oldu yanlış bir şey mi söyledim”

“ Ne yanlışı, dünyada duyduğum en güzel lafı etmiş annen, ne harika bir insan. Seninkileri duymadım ama”

Birden şaşkın suratına bir gülümseme ve gurur yayıldı. Seninkileri duymadım ama, dememe pek takılmadı neyse ki. İşine gelenleri duyuyor sanırım… Annesiyle ilgili iyi bir şey duymanın gururu tabi, o kadar çok seviyor ki onu. 

Böyle bir söz söyleyen anne de sevilir hani, hele bunu söz de bırakmayıp gerçek hayata da uygulayabiliyorsa, eh yani derim o zaman… Neyse yine lafı değiştirmek en iyisi,

“ İki kardeş misiniz?” dedim.

“ Üç, benden büyük abim 26 yaşında, ondan bir yaş büyük de ablam var. Evlendi o uçtu bizden. Ama İstanbul’da oturuyor, gelirler bazı haftasonları. Ben de tekne kazıntısı işte. Sağolsunlar bana üniversite de okuma imkanı sağladılar. İşte ben de Sabri abinin orda part time filan takılıp cep harçlığımı çıkarıyorum eve yük olmamak için”

~~~

Neyse sonunda Peter’in telefonu çaldı, bulmuşlar İsmail dayı’yı geliyormuş iskeleye bizi almaya. Hemen kalkıp fırladık… İskelenin sonuna kadar koştuk, yine el ele bu işe iyi alıştı Peter ama herkes bize tuhaf bakıyor, uygun bir zamanda söylemem gerek…

Deniz otobüsü iskelelerinin sonunda, beton iskele gibi bir yer var, orada bekliyor bizi dört-beş metre uzunluğunda bir tekneyle… Kamarası yok, büyükçe kayık gibi. İçine gayet çevik bir şekilde atladı Peter, şey pardon uçtu desek daha doğru, iskeleden tekneye doğru…

İyi de ben nasıl bineceğim, iskele çok yüksek… Uff yine rezil olacağım, böyle atlama zıplama işlerini hiç beceremem ki… Peter anladı neyse ki,

“ Can, orası yüksek geliyorsa, ters dön ellerini iskeleye tutun, ayağını iskeledeki demire koy ve atla tekneye” dedi.

Çok yaparım öyle işleri ya, kolaydı, ben yüksek kaldırımlardan yola zor iniyorum. Nasıl anlatacağım şimdi bunu ona. Bakıyorum sadece bir şey diyemiyorum. Neyse anladı Peter korktuğumu… Uçtu yine söylediği demire ayağını basıp yanıma…

Ters döndürüp, ellerimden tuttu, demire basmamı istedi, yine çok korkuyorum, ama ellerimi tutuyor, düşmem en azından… Bunu da beceremezsem iyice rezil olacağım zaten… Neyse bastım ayağımı demire ama, aşağısı hala benim için yüksek… Peter’e dönüp,

“ Yapamıyorum çok yüksek”

“ Tamam… İsmail dayı yardım et, sen de ben söyleyince çek ayağını demirden Can” dedi.

Beni ellerimden tutup iyice sarkıttı aşağıya, ben korkudan gözlerimi kapadım. İsmail dayı belimden tutup indirmiş beni tekneye… Açtım gözlerimi, hep hayal ettiğim yerdeyim, yani denizin üstünde. şöyle bir etrafıma sonra derin denize baktım, enfes görünüyor…

≈≈≈

Teknenin arkasındaki düzlüğe oturduk biz… İsmail dayı ortada tahta kutunun içindeki motorun arkasına, küçük dümenin başına geçti. Motordan uzanan demir çubuğu yukarı kaldırınca pat pat, açılmaya başladık…

İşte bu, bunu istemiştim hep, karadan uzaklaşıp denize açılmak yavaş yavaş… Kavuşmak hasret duyduğum sonsuzluğa… Bizi içine alması… Onun içinde kaybolup gitmek… Şu an çok mutluyum… Daha da olacağımı hissederek hem de, korkmadan ilk defa mutluluğumdan…

Anlayın beni, sizin için küçük, benim için büyük bir adımdı bu. Zor bir yoldan elde etmek de ayrıca değerini artırıyor. Sahilden rahatça binip tekneye, yavaşça açılsak, bu kadar sembolik değeri olmazdı… Atladık zıpladık filan ya, benim için önemli böyle şeyler… Hiç yapmadım ki… 

Enfes bir duygu, denizin üstünde hele de küçük bir tekneyle, ona çok yakın, kayıp gitmek üstünde. Biraz daha kaldırınca çubuğu iyice hızlandık ve motorun sesi de arttı… Eğilip denize baktım, nasıl da güneşle oyunlar oynuyor…

Aşk yaşıyorlar sanki, deniz naz yapıyor ışık oyunlarıyla, güneş de sonsuz gücüyle bu oyunlara bayıldığını belli ediyor. Teknenin önü denize çarptıkça, beyaz köpükler saçılıyor denizin üstüne… Denizin köpüğü yanlış hatırlamıyorsam, erkek menisini temsil ediyor, mitolojide…

Aklıma geliverdi işte, aklın fikrin bu işlere çalışıyor demeyin de… İlişkiyi siz kurun artık, daha fazla konuşturmayın beni… Elimi uzattım denize ama, yüksek çok tekne ulaşamadım. Peter’e döndüm,

“ Denize elimi sokmak istiyorum ama uzanamadım, sarksam tehlikeli olur mu?”

“ Hiçbir şey olmaz… Mare nostrum, korkma düşsen de çıkarırız, atıl tehlikeye, sarkıver küpeşteden”

Vuuv bizim Peter’e bak… Latince döktürüyor, hem de öyle bilgiçlik taslamak için değil, tam yerinde söyledi… Bu arada, mare nostrum, latince bizim deniz, demek… Küpeşte ne onu bilmiyorum ama… 

İyice sarktım yüksek kayıktan ve elimi soktum denizin içine… Hızla giden tekneden dolayı, parmaklarım titreşirken denizin içinde, köpükler oraya buraya hatta üstüme ve suratıma kadar sıçrıyorlar…

İster istemez aklıma Mert geldi 💦… Neyse bu konuyu kapatıyorum… Biraz daha denizle oynadıktan ve üstümü başımı batırdıktan sonra, saçlarımı da soktum denize… Peter çekti beni yukarı, abarttım sanırım… Rüzgara tuttum yüzümü… Islak saçlarım dalgalanıyor rüzgarda ve Peter bana bakıyor…

Bu sahne pek hoş değil, değiştirmek gerek… Ne diyeceğim, aklıma bir şey gelmiyor… Rüzgar?.. Birden aklıma geldi… Mert ne demişti Sabri abiye, ben daha yürümeye başlamadan babamın kucağında başlamış rüzgarla sevdam…

Annesi ve Gökçe karısı hiç bir karede eksik değiller… Peki bu filmde Mert’in babası nerde?.. Bu çocuk İsa gibi babasız dünyaya gelmedi ya… Evet bunu sormalıyım Peter’e… Böylece bu bakışlar dağılır ve ayrıntı gibi duran ama bence önemli olabilecek konu, açıklığa kavuşur belki…

“ Mert’in babası nerde”

Bağırmak zorundasın sesini duyurmak için motor patırtısı yıkıyor ortalığı çünkü… Bu ses bile müzik gibi geliyor bana.

“ İnince anlatırım, şimdi denize ve rüzgara bak, boşver gerisini”

“ O zaman biraz da öne geçelim” dedim.

“ Ön değil doğrusu baş”

Peki öyle olsun bakalım, ne farkediyorsa… Sıra denizcilik terimlerini öğrenmeye geldi sanırım…Başa geçtik… İkimizi iki yana oturttu Peter ve bacaklarımızı küpeşteden sallandırdık, buymuş küpeşte… Peter dönüp İsmail dayıya bağırdı,

“ Vapurun dalgasına girsene kaptan”

Bize parelel geçen vapurun oluşturduğu dalgaya çevirdi İsmail dayı teknenin yönünü. Hızı biraz daha artırdı. Harika ya, pantolonlarımız sırılsıklam oldu… Kendimi Titanic filmindeki, Jack ile Rose’un, geminin önünde rüzgara kollarını açtıkları sahnede gibi hissediyorum…

Giderek dalgaya doğru yaklaşıyoruz… Büyük bir maceranın içindeymişim gibi… Sanki Bostancıdan adaya gitmiyoruz da, orta dünya’yı fethe çıkmışız, öylesine heyecanlı ve mutluyum… Sonunda teknenin, denizdeki ön kısmı dalgaya doksan dereceyle daldı…

Aman allahım, öyle bir havalandı ki teknenin baş kısmı, uçuyoruz sanki… Sonra sertçe tekrar denize indik… Havalanan popom önce küpeşteye sertçe vurdu, sonra havalandım tekrar, Peter havada yakaladı beni… 

Teknenin denize yüksekten çarpmasıyla, iki yanda yükselen dalgalar, rüzgarın aniden esmesiyle, üstümüze koca bir kırbaç gibi şakladı… Donumuza kadar sırılsıklamız… Ama ben mutluluktan da sırılsıklamım aynı zamanda… 

İsmail dayı gülüyor halimize, biz de… Bu yaşıma kadar böyle güzel bir macera yaşamamıştım. Sanki yaşayamadığım çocukluğumu yaşıyorum hızlıca şu anlarda… Peter’e hayran bakarken, farkında olmadan,

“ Ayy… Harikaydı yaa” dedim. 

Ağzımın içine kadar giren enfes tuzlu suyla… Bu da yetmedi, sarılıverdim… O, ayy, olmasa daha iyi olacaktı ama, ağzımdan kaçıverdi… Neyse ne, fethe çıkmışız biz sonsuzluğu, gerisi teferruat…


≈≈≈

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Liseden Üniversiteye 2 ~ ilk

Sarı Şey 3 ~ bunun intikamını alacam ama

Sarı Şey 17 ~ sorun değil iyi eğlenceler