Liseden Üniversiteye 32 ~ kayıp çocuk






Liseden Üniversiteye 32



~~~ kayıp çocuk ~~~



can yücel’e



Mert sertçe çarptı kapıyı… Çıktı gitti sanırım… Hıçkırarak ağlamaya başladım… Ne kadar ağladım bilmiyorum… Gözlerim çıktı nerdeyse, bitti bu iş… Yok bir iletişim kuramıyorum ki Mert’le, o bambaşka bir yerde, ben bambaşka bir yerde, takılmış kalmışız ikimiz de.

Ya da; iki incecik çizgi gibiyiz bu dünyada, ama bir yerde buluşamıyor o çizgiler… Ben ne kadar ona doğru dönsem, o başka yöne gidip duruyor sanki… Tek bildiği ve şaşmadığı şey beni aşağılamak ve acı çektirmek… Acılarını, ben çektirdim ona sanki.

Aynaya bakınca, iki kan çanağı gördüm sadece… Diş fırçamı koyduğum bardağı alıp fırlattım aynadaki görüntüme… 

Patladı sanki ayna ya da bana öyle geldi…

Yere baktım, kırık ayna parçalarında ki, parça parça halime…

Aldım bir parçamı yerden…

Parmaklarımla sıktım…

Ne yaptığımı bilmiyorum… Bileğime götürdüm keskin camı, kanayan parmaklarımla… 

Hep istemeden de olsa gördüğüm kanımı, bu defa ben görmek istiyorum…

Aksın gitsin ve bu dertler bitsin, temizlesin her şeyi… Öyle diyorlar ya, kan temizlermiş her şeyi… Temizlesin amına koyıyım, nasıl temizliyorsa artık…

~~~

çığlık atıyorum avazım çıktığı kadar… kanlar içinde… ışık var hiç görmediğim kadar… gözlerimi açamıyorum… daha önce görmediğim nesneler bana bakıyor… sadece gözlerini sezebiliyorum o kadar… annemi bir de hatırlıyorum… doğumum çok zor olmuş… ya annem ya ben ya da ikimiz ölecekmişiz… daha dünyaya gelişim sorun yani… ikimiz de yaşamışız şans eseri… doktorlar yaşamama veya yaşamamıza, mucize demiş…

~~~

Ben mucize yaşayınca, çocukluğum boyunca üstüme titredi annem hep… Kendi yaşamını da bana bağladı sanki, aynı mucizeye… O bana düşkün oldukça babam bizden uzaklaştı sanki… Ben büyüyünce anladım bunu ancak, yanılıyor da olabilirim tabi…

Ben babamı çok sevdim okula başlayıncaya kadar sanırım, ama ondan sonra her şey değişti sanki… Yavaş yavaş uzaklaştı benden… Onun istediği veya beklediği bir çocuk olmadığımı gördükçe…

Annem ve onun kanları arasında mucize doğuşum gözümün ününe gelince… Elimdeki cam parçasını avucumun içinde iyice sıktırdım, kanattım avucumu da… Ama bileğimi kesemedim işte…Bütün yaşamını beni yaşatmak için harcayan insana bunu yapamadım… 

Onu belki Mert’in annesini sevdiği kadar hiç bir zaman sevemesem bile… Her hangi bir insan olsa, annem olmasa bile, bana bu kadar iyilik yapan birine ihanet etmek gibi geldi… Ben ölürsem ona çektireceğim acı… Bunu yapamam hiç kimseye…

~~~

Keşke bencil olabilsem, ne rahatlık…. Peki ne yapacağım? Kendimi öldüremiyorum, yaşayamıyorum da ama Mert yanımda olmadan… Banyodan bile çıkamıyorum, onun kokusu odadayken… 

Sabri abi, Mert senin sayende yaşıyor demedi mi?

Mert bana, Seni seviyorum demedi mi?

Nasıl olsa bırakacaksın bir gün beni demedi mi? 

İnsan sevmediği birine bunları söyler mi? Hele de Mert gibi birisi… Yani, ne istiyor o zaman benden? Sadece acı çekmemi mi?

Ya o zaman söyleme seni seviyorum diye… Neden benim için yaşadığını söylüyorsun Sabri abiye… Patlat ağzıma bir tane, siktir git, de… Ben de belki gidebilirim ve unutabilirim seni… Ya da hiç unutmam ama öylece yaşarım bitkisel hayatta… Böyle her şeyi ortalık yere saçıp saçıp bırakmak beni ne oluyor anlamıyorum ki…

~~~

Bu gün derse filan giremem, aç kalıp yürümeye ihtiyacım var sadece… Sahile gitmeliyim. Dani okuldadır nasıl olsa, oralarda olmaz…

Yastık kılıfını top yapıp ellerimi bastırdım üstüne… Kan durdu sanırım… Sağlık merkezine gittim… Hemşire mi doktor mu neyse bir kadın vardı… Bir sürü şeyler sordu bana… Ben tekrar ağlamaya başlayınca, sustu… Sardı ellerimi, akşam uğra, dedi, bıraktı sonunda…

~~~

Deniz ve sonsuzluk… Tek ilacım… Yavaş yavaş yürüdüm, Bostancı’dan Caddebostan’a kadar. İyot kokusunu içime çeke çeke… Ordan küçük şişe, Jim Beam aldım. Mert’in içkisi… Kendi yoksa içkisi olsun… Plaja oturdum… Ellerim sarılı olduğu için kapaklarını çok zor açabildim viski ve suyun…

Su şişesini kuma döktüm, dibinde biraz bıraktım ama… Suyu nasıl da emdi kum… Ben Mert’in içinde öyle kaybolmak istiyorum işte…. Viskiyi su şişesine boşalttım. Büyükçe bir yudum aldım… Daha boğazım yanarken beynimde bir yumuşama oldu… 

Midemde hiç bir şey olmadığından, direk kanıma karıştı hemen ateş gibi… Hızlandı damarlarımdaki kan… Büyüklerin büyüğü şair, Can Yücel’in ilk yazdığı şiirlerinden biri aklıma geldi… Daha çocukken okumuş ve ezberlemiştim… 

Mırıldanmaya başladım, unutmamışım hala… Unutmam ki hiç bir şeyi… Unutsam keşke, her şeyi…

~~~ Kayıp Çocuk ~~~

Birden işitilmez olsun ayak seslerim;
Gölgem bir başka sokağa sapıversin;
Unutayım bir anda her şeyi,
Nerde oturduğumu,
Bir tuhaf âdem olduğumu Can adında.
Aklım arayadursun başka kapılarda kısmetini,
Ben, bilmediğim sokaklarda bir başıma;
Gönlüm öylesine geniş, öyle ferah,
İlk defa görmüş gibi dünyayı,
Bir şaşkınlık içinde, yeniden doğmuş gibi;
Hatırlamam artık değil mi, dostlar,
Hatırlamam artık garipliğimi?

~~~

Güneş tam tepemde, demek saat 12 gibi… Bakıyorum gözlerimi kırpmadan… Bir süre sonra güneşin aydınlığı, her şeyi karanlığa çeviriyor… Görmez oluyorsun hiç bir şey… Öldüremedim kendimi, güneşe bakmaya devam edip, kör mü olsam acaba?

Bir sürü görme özürlü hukukçu var… Mert’in güzelliğini görmezsem belki yaşamaya devam ederim… Ya da Mert halime acır yanından ayırmaz beni… Görme özürlülerin dokunma ve koku alma duyuları zamanla geliştiğine göre; onun teni ve kokusu yeter nasıl olsa bana…

Viskinin yarısı bittiğinde, sarhoş oldum… Ayakkabılarımı çıkardım, çoraplarımı da… Denizin başlayıp bittiği yer, hep büyüler beni… Sanki bütün başlangıç ve son orda, o kadar basit ki aslında…


Bizim karmakarışık sandığımız şey, bu ya… İşte şu vuran, ufacık dalga kuma… Bütün gerçek onda. Çıplak ayaklarımı daldırdım o gerçeğe… Yürüdüm onun üstünde… Plaj bitene kadar… Sonra çıplak ayakla devam ettim yürümeye plajdan çıkıp…

Çıplak ayakla hiç yürüyemem aslında, ama aldırmadım bu gün… Acısın ayaklarımın altı, umurumda değil, içimde öyle bir acı var ki… Belki ayağımın acısı, unutturur onları… En azından kısa bir süreliğine…

≈≈≈

Moda sahiline kadar gelmişim… Ayaklarımın altını hissetmiyorum artık oturmalıyım bir yere…Yukarı çıktım, o gün Peter Pan’la oturduğumuz çay bahçesinin olduğu parka girdim… Ağaçlar yeşilin en güzel tonlarını sunmuş, baharı müjdeliyorlar…

Benim dışımdaki dünya ne güzel… Mutlu olmak için bu yeterli olur mu bilemiyorum ama güzel işte bunu hissetmek bile yetiyor bazen, ya da yetmeli… Çöktüm, gölgede denizi uzaktan gören bir banka…

Öyle tatlı bir yorgunluk ve sarhoşluk içindeyim ki, acıdan yanan ayaklarım umurumda değil… Kalan viskiyi içersem kusarım herhalde aç karnına… Döktüm kalanını ayaklarıma ve ovuşturdum, önce çok yandı sonra acısı geçti biraz…

≈≈≈

Lise’de edebiyat dersi, sınav oluyorduk… En sevdiğim ders ve hoca… Sadece kompozisyon yazmamızı istemişti… Şimdi hatırlamadığım bir konu vermiş ama bana bakarak, isteyen kendi seçtiği konuda da yazabilir maç filan anlatmamak şartıyla, demişti.

Ben ağaçlar konusunu seçmiştim… Hatırladığım şöyle bir şeyler yazmıştım.

~~~

her ağaç türü belki de her ağaç birbirinden farklı… odun deyip geçsek de yeryüzünde görkemiyle en estetik ve yararlı şey… bütün ekolojik denge… çocukluğumdan beri resim yeteneğim olmamasına rağmen ağaç resmi çizmek beni hep rahatlatmıştır… meşe, ceviz, çınar ve kavak mesela… meşenin dayanıklılığı, cevizin insan beynine benzeyen faydalı yemişi, çınarın heybeti, kavağın çabucak büyüyüp bir anda yıkılıp gidişi… ne acı… en kısa ömürlüsünün yapraklarının rüzgarda şarkı söyleyen sihre sahip olması… bu bana efsane oyuncu james dean’ı anımsatır…

~~~

Ama asıl kompozisyona yazmak istediğim başka şeyler de vardı: Sözü kavak ağacından, James Dean’a getirmek. Benim ilgimi çeken, daha 24 yaşında ölen efsane oyuncunun biseksüel oldunu öğrenmem oldu. Bu tür insanların gay ilişkilerini öğrenince, kendi kimliğini kabullenmek daha kolay oluyor…

Unutulmaz filmi Rebel Without a Caouse (Asi Gençlik). 1955’te çekilen filmde, James Dean ile başrolü paylaşan Sal Mineo, eşcinsel yaşam tarzını açık biçimde sürdüren ilk hollywood yıldızıymış. Böylece eşcinsel aktörlerin önünün açıldığı söyleniyor… 

Filmde de üstü kapalı da olsa Jim (James Dean) ve Plato (Sal Mineo) arasında bir aşk havası var.

İşte ağaçlar gibi, bizler de, hepimiz aynı tür olsak da, o kadar farklıyız ki birbirimizden… Kadın, erkek, çok güçlü veya çok duyarlı, kimimiz çok güzel, kimimiz çok iyi, kimimiz çok kötü… Ama aslında hepimiz, ağaçlardan farklı olarak, bunların hepsiyiz…

Hepsinden birazız, yani… Bunu anlayabilsek, birbirimizi kendimiz gibi severiz… Ama asıl soru o işte; kendimizi ne kadar seviyoruz ki aslında?

≈≈≈

Kurumasını bekleyip ayaklarımın çoraplarımı ve ayakkabılarımı giydim… Yarım saate yakın dinlendikten sonra kalkıp tekrar yürümeye başladım… Farkında olmadan da olsa, Sabri abinin cafesine doğru gidiyorum, neden, onu da bilmiyorum. Adımlarımı zor atıyorum, ayaklarımın altı yanıyor…

Tam önünden geçerken içeri baktım… Sabri abi masaların arkasındaki kasada oturuyordu… Girip onunla konuşsam bana bir yararı olur mu acaba? Yararı olsa da olmasa da biriyle konuşmaya deli gibi ihtiyacım var ama.

Emel’le konuşmak istemiyorum, lafı döndürüp dolaştırıp aynı yere getirmesi sıkıyor beni çünkü. Beni mi düşünüyor yoksa kendine bir çıkış yolu mu arıyor anlayamıyorum. Elimden gelse elbette yardımcı olmaya çalışırım ama, ben kendime yardım edemezken başkasına ne yararım dokunur ki…

Geçip gittim önünden, cafeye giremedim ama. Sanırım ellerimin halinden utandım… Nereye gideceğimi bilmeden yürürken, arkamda bir sesler duyup döndüm, deli gibi koşuyor bana doğru Peter Pan… Eliyle bekle işareti yaptı… Epey uzaklaşmışım demek yanıma geldiğinde nefes nefeseydi… Zorlukla konuştu…

“ Mutfaktaydım seni bizim dışarıdaki masalara servis yapan arkadaş görmüş, haber verdi”

Ellerini dizlerinin üzerine koyup iki büklüm kendine gelmeye çalıştı, bu arada bizim PP rampa saç yapmış, kerataya da pek yakışmış, ben saçlarını izlerken, o da kafasını kaldırdı gözleri ellerime takıldı, birden kalkıp şaşkın,

“ Ne oldu ellerine, yoksa birisi mi yaptı”

Deyip, koluma sertçe yapıştı… Ya şu dünyada herkes bana bir şey yaptırmak istediğinde neden çekiştiriyor anlamıyorum. Ben cevap vermeyince,

“ Sabri abiden izin aldım, o gün gittiğimiz yere gidip çay içelim mi?”

“ Kolumu bırakırsan gidelim de bırakmazsan kırık kolla gideceğiz”

Gülmeye başladı ben de… Biraz moralim düzelir gibi oldu, gülmek insanı çok rahatlatıyor, yani şeyden sonra tabii 😉.

“Şeyy özür dilerim… Farkında olmadan yani”

Kıpkırmızı oldu suratı… Ne kadar saf bir çocuk…

“ Tamam tamam o kadar değil şaka yaptım sadece”

Bir anda sevindi, yine gülerek, parka yürümeye başladık. Pardon ben yürüyorum, o PP gibi uçuyor sanki… Önce parka sonra çay bahçesine girdik… Güzel bir masaya oturduk… Elini uzattı bana, ne demekse?

“ Merhabalaşmadık bile”

Hay allah ben de ne yapıyor diyorum, uzattım elimi, o yetmedi tabi, uzandı öpecek ille… Ben muhtemelen leş gibi içki kokuyorumdur… Anlayacak diye kısaca öpüşüp, çektim kendimi hemen… Çay söyledi Hasan garson çocuğa, adıyla hitap edip…

Çay içecek durumda değilim ama, açlıktan ve içkiden midem kazınıyor ve biraz da bulanmaya başladı… 

“ Ben çok açım, burda var mı yiyecek bir şeyler”

“ Burda tost var sadece ben sana hemen cafeden pizza yaptırıyım ya da ne istersen getirirler buraya”

“ Pizza iyi olur lütfen”

Telefon açtı cafeye Hasan,

“ Sabri abi Mert abinin arkadaşı Can’la beraberim parktaki çay bahçesinde, acıkmış da bir pizza göndertebilir misin buraya, ben yalnız bırakmayayım… Tamam abi söylerim”

Hasan telefonu kulağından uzaklaştırıp bana döndü,

“ Sabri abi isterseniz buraya gelin diyor”

Ellerimi kaldırıp gösterdim… Anladı hemen… Biraz bekleyip,

“ Abi burayı çok sevdi Can, yeşillik filan ya, burda oturalım daha iyi”

“ Şimdi gelir pizza. Bu arada Can kızma bana sakın ama ben seni çok seviyorum ve tabi merak ediyorum. Sabah vakti neden içki içtin ve ellerine ne oldu yalvarırım anlat… Kim yaptı bunu sana”

Yere göğe koyamadığın Mert abin… Yakında da öldürecek zaten… Rüyalarını görmeye başlamış bile… Herhalde silahıyla vurur beni, daha şerefli bir ölüm… Kafama dayayıp sıksa, acı filan da duymam…

Herkes kurtulur… Mert delirmez artık bana… Ezberini de bozmam… Dani ile Hilmi beni becerecekler diye uğraşmaktan kurtulurlar… Tabi ben de onlardan… Babam yıllardır çektiği, ibne çocuğa sahip olmanın dayanılmaz ağırlığından kurtulur… 

Oh amcamla veya arkadaşlarıyla çekerler kafayı, kuş gibi uçar artık… Giderayak bu kadar iyiliğim olsun ona… Arkadaşlarına der mi acaba;

yaşarken gün yüzü göstermedi ama ölümüyle çok rahatladım

Der mi der… Peki annem o ne olacak, ona bir şey bulamadım işte. O nedenle de kesemedim bileklerimi… Ben denize bakıp bunları düşünürken zavallı PP, o çok tatlı simsiyah ve yeni doğmuş çocuk gibi patlak patlak gözleriyle şaşkın ve meraklı bana bakıyor…

“ Kimse yapmadı Hasan ben kendim yaptım, yanlışlıkla ayna kırılmıştı, kırıkları toplayayım derken kanadı ellerim, önemli bir şey değil revirdeki kadın biraz abarttı”

“Can yanlış anlama ama hiç inandırıcı değil”

“ Tamam Hasan biliyorum saçma anlattıklarım… Kendimi öldürmek istedim beceremedim hepsi bu”

Koptum bir anda bunu güvendiğim birine söyleyebilmek öylesine rahatlattı ki beni, sabahtan beri yaşadığım sıkıntı gözlerimden yaş olup akmaya başladı… PP uzanıp çöpten kara kollarını bana sarınca farkında olmadan onun göğsüne daldırdım suratımı ve hıçkırarak ağlamaya başladım…

Biraz rahatlayınca, durumumuzun dışarıdan pek hoş karşılanmayacağını düşünüp çektim kendimi hemen… Tam o sırada cafeden bir çocuk pizzayı getirdi… Bir de ayran söyledim… Öyle bir daldım ki, incecik hamurlu ve bol malzemeli pizzaya, PP gülerek bana bakıyor…

Yemeği bitirip kendime geldiğimde güneş denizin üstünden yansıyıp oturduğumuz yüksek parka vuruyordu sanki… Benim manzaraya baktığımı görünce, PP da bakmaya başladı…

“ Çok güzel değil mi?” dedi.

“ Evet” diyebildim sadece…

“ Sana akıl verecek kadar ne akıllıyım ne de kültürlü ama ne olur dinle beni, şu güzellik bırakılıp gidilmez Can… Hiç bir şey yaşamından daha değerli olamaz… Üstelik sen ayrıcalıklı bir insan olarak, bana göre seçilmiş bir insan olarak gelmişsin dünyaya”

“ Seçildiğim kesin de ne için seçildiğim pek belli değil”

“ Çok kuru sıkı laf gibi gelebilir ama annemin söylediği şeyler hep… Gece olmazsa gündüz olmaz der mesela, doğru değil mi? Ama biraz güneşi göremedik diye, yıkılıp çeker gidersek geceden, ne gündüzü görebiliriz ne güneşi… Annem bazı insanları allah daha çok sınar, der… Çünkü onlardaki cevher bu sınavlara dayanabilirse, nasıl derler, kusursuz hiç kırılmayacak çelik olurmuş… Sendeki akıl, bu gözlerinden okunuyor, bakışlarından. Kızma ama ve yanlış anlama, güzelliğin bir de, bu her insana nasip olmaz…”

Bu çocuk beni iyice ağlatmayı kafasına koydu her halde… Yine hafif hafif yaşlar süzülmeye başladı gözlerimden… Ama onu dinlemek hoşuma gidiyor rahatlıyorum… Ve anlatmak istiyorum içimdekileri…

“ Hasan bana nasip olan sanırım sadece acı çekmek, o çelik olamıyorum bir türlü, yani o sınavlara dayanamıyorum… Mert bıraktı beni… Dayanamıyorum buna”

“ Ben inanmam buna, Mert abiyle o kadar yakışıyorsunuz ki… O gün cafeye geldiğinizde ve Gökçe abla yüzünden gittikten sonra, günlerce herkes sizi konuştu… Kimisi iyi kimisi kötü ama konuşmadan da duramadılar işte… Kötü konuşanların hepsi sizi kıskanıyorlardı… Bu yıl sanat tarihi dersi alıyoruz… Bence duruşunuzla siz derste anlatılan, olympos tanrıları gibisiniz”

Oha abartsaydın bari, PP harbiden uçmaya başladı. Mert için söyledikleri doğru olabilir de, benim için biraz zor.

“ Keşke dediklerin doğru olsa yani tanrılık kısmı değil de daha çok beni bırakmadığı kısmı”

“ Bazen Mert abi cafe kapanmaya yakın gelir. Biz kapattıktan sonra Sabri abiyle oturup içerler… Derin konulara dalar konuşurlar, bazen de hiç konuşmazlar öyle birbirlerine bakıp dururlar… Sonra ya hüzünlenir iyice susarlar ya da gülmeye başlar tatlı tatlı sohbet etmeye devam ederler… Birimiz kalırız onlara servis yapmak için… Bizim kalmamızı istemezler ama birimiz hep kalırız. Merak ederiz ne yaptıklarını çünkü… Kalan ertesi gün anlatır neler olduğunu… Biz hepimiz Sabri abi dahil, yörük Türkmeniyiz… Yörük, yürümekten gelir yani göçebelik… Güneş altında yürümekten mi bilmem, hepsini tanımıyorum tabi ama, gördüğün gibi bizlerin hepsi simsiyahız…”

Güldüm burada gerçekten de öyle, dikkatimi çekmemiş önceden hepsi birbirlerine benziyorlar…

“ Sen biraz daha farklı gibisin ama” dedim dayanamayıp…

Kızardı yine utanıp, kara insanların kızarması bir başka oluyor, tam belli olmasa da hissediliyor sanki…

“ Neden öyle dedin”

“ Çünkü sen Peter Pan’sın”

İkimiz de güldük... Sonra durgunlaştı biraz ve devam etti konuşmaya... 

" Bir gün yine tam kapatırken cafeyi geldi Mert abi... O gün ben kaldım cafede... Mert abiye dolapta duran kendi şişesinden viski, Sabri abiye de her zaman olduğu gibi yeni rakı, yanına da bir elma doğrayıp servis ettim... Pek bir şey yemezler içki içerken... Epey sustular önce, sonra; Suskunsun delikanlı bu gün, dedi Sabri abi..."

Yine bir suskunluk oldu, sonra Mert abi,

“ Bir labirentim ben abi, herkes kayboluyor içimde, ama asıl kayıp benim…dedi… Şaşırdım kaldım. O gece hiç konuşmadılar bir daha… Bunu şunun için anlattım Mert abinin derdi seninle değil bence, belki de seni çok sevdiği için, belki de seni o labirentte, hep alışkın olduğu gibi kaybedemediği için, alışamıyor sana bir türlü… Yani seni buluyor ortadasın, ama kendi yok, kayıp”


≈≈≈

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Liseden Üniversiteye 2 ~ ilk

Sarı Şey 3 ~ bunun intikamını alacam ama

Sarı Şey 17 ~ sorun değil iyi eğlenceler